HADİS DERSLERİ
  Prof.Dr.Mehmet Erdoğan Vahiy Karşısında Hz.Peygamberin Konumu ve Yükümlülüğü
 

VAHİY KARŞISINDA HZ.PEYGAMBERİN KONUMU VE YÜKÜMLÜLÜĞÜ / Prof.Dr.Mehmet Erdoğan

•              Bu çalışmanın en önemli kısmını teşkil eden bu bölümün hazırlan¬masında ve kısımlara ayrılmasında hareket noktası, herhangi bir za¬man diliminde Rasûlullah'ın (s.a.) bir olayla karşılaşması halinde nasıl bir tavır ortaya koymakta olduğudur. Aynen bir müctehidin herhangi bir olayla karşılaşması halindeki durumu gibi.
•              23/12/2010 / 09:03

 
 
 
 
 
 
Söz konusu zaman dilimi içinde Rasûlullah (s.a.), elbette ki o ana kadar kendisine indirilmiş bulunan vahiy külliyatına sahip bulunu¬yordu. Bu vahiyler karşısındaki tavrı nasıldı? Kendisinde mevcut bulu¬nan bu vahiyleri ne yapıyor, devreye nasıl sokuyordu? İş tebliğle veya bir adım daha ötesi beyânla bitiyor mu, yoksa onları tebliğ ve beyân yanında öğretmek, bilfiil uygulamaya sokmak ve dahası sonuç almak sorumluluğu da var mıydı?
Öbür taraftan vahiy kesilmemiş devam ediyordu. Bu arada bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) kendisi de, şeriatın alacağı en son şeklin ne oldu¬ğunu bilmiyordu. Bu itibarla olaylar karşısında, ihtiyaca cevap vere¬bilecek, meselenin çözümünü sağlayacak hazır vahiy yoksa, her an gelme imkânı bulunan bir vahiy (potansiyel vahiy) karşısında bulunan Rasûlullah'ın (s.a.) bu aşamadaki tavrı ne idi? Acaba bu durumda, gelmesi muhtemel olan vahyi beklemek zorunda mı idi? Vahyi hızlan¬dırmak, yönlendirmek ve istediği anda ona ulaşabilmek yetki ve imkâ¬nına sahip miydi?
Ve nihayet elde hazır vahiy yoksa, beklenen vahiy de gelmemişse o zaman Rasûlullah (s.a.) ne yapardı? Meseleleri çözümsüz bırakama¬yacağına göre, bu aşamada nasıl bir tavır ortaya koyardı?
Bunların yanı sıra Rasûlullah (s.a.), kendisine indirilen serî hü¬kümleri tebliğ etme, onları Öğretme ve iyice yerleştirme, uygulamaya koyma ve bütün bunların Ötesinde sonuca ulaşma yani insanların Is-lâmlaştırılması konusunda kendisine bir strateji belirlemiş, amacına ulaşmak için belli bir siyaset izlemiş miydi?
İzlediği bu siyaset, vahiyle müeyyeddi; ancak bu siyaseti belirleyen her zaman için vahiy mi idi? Vahyin şöyle ya da böyle gelmesinde Rasû-lullah'm (s.a.) izlediği bu siyasetin ne kadar katkısı olmuş, bu tür vahiy¬lerin içeriğinde insaniliğin dolayısıyla izafîliğin izleri var mıydı?
İşte bu yaklaşım, bölümün ana konularını ortaya çıkarmıştır. Böylece karşımıza dört ana başlık çıkmaktadır:
A) VAHYİN GELİŞİ VE SONUÇLARI
B) VAHYİN BEKLENÎŞÎ
C) VAHYİN YOKLUĞU VE HUKUKÎ BOŞLUKLARIN DOLDURULMASI
D) RASÛLULLAH'IN (s.a.) TEŞRÎDE BİR SİYASET İZLEYİŞİ
Şimdi bunları ayrı ayrı ele alalım:[1]
A) VAHYİN GELİŞİ VE SONUÇLARI
Bu kısımda Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine ulaşmış hazır vahiy kar¬şısındaki tutumundan, yetki ve sorumluluklarından söz edeceğiz. Oku¬yucu burada onun vahiy üstü olmadığını, vahyin kendisinden kaynak-lanmadığını, vahiyde şöyle ya da böyle herhangi bir şekilde oynama yapamayacağını, diğer mü'minler gibi onun da vahyin gereği doğrultu¬sunda hareket etmek zorunda olduğunu, bunun yanında onun beyân yetkisine sahip olduğunu ve bu açıdan önemli bir yere sahip bulundu¬ğunu görecektir. Şimdi sırasıyla bu konuları ele alalım:[2]
1-Rasûlullah'ın (s.a.) Vahye İnanması:
Rasûlullah'ın (s.a.) bizzat kendisi de, diğer mü'minler gibi vahye inanmak zorundaydı.
"Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene inandı, mü'minler de.[3] "Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygam¬berine ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulaşınız[4] âyetleri bunu ifade eder.[5]
2-Rasûlullah'ın (s.a.) Tebliğ Görevi:
Rasûlullah (s.a.), diğer peygamberler gibi kendisine ulaştırılan vah¬yi, -ihtiyaç anından önce insanlara ulaştırılacak şekilde[6] ve tenkis, tezyîd, tahrîf olmaksızın[7] tebliğ etmekle görevli bulunuyordu. [8] Şu ve benzeri âyetler onun bu görevini açıkça ortaya koymaktadır.
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez. [9]
"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin, karşı gelmekten çeki¬nin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki, peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir. [10]
"Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir, Allah, sizin açıkla¬dıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. [11]
"Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer?. [12]
Âyetler, tebliğin her türlü ortamda yapılmasının gereğini ortaya koymaktadır; sonuç almak ise peygamberlerin elinde değildir. Bununla birlikte, peygamberler sonuca ulaştırıcı önlemler almakla da yükümlü¬dürler. Rasûlullah'ın (s.a.), tebliğ süreci içerisinde, mücerred tebliğden îslâm ahkâmını uygulama ve yerleştirme imkânı bulabileceği devlete ulaştırıcı bir seyir izlemesi bunu göstermektedir.
Şu var ki îslâm hukuku, aynı zamanda dinî itikadın, imanın da bir parçasıdır[13] din ise tamamen inançla olur; dinde zorakilik yoktur; hiç¬bir din kalbe zorla sokulamaz. Bu noktadan hareketle İslâm tebliğci-lerinin, öncelikli olarak İslâm'ı iyi tanıtmaları, insanların anlayabile¬cekleri, sevebilecekleri ve inanıp benimseyebilecekleri bir söylem içeri¬sinde anlatmaları, sevdirici ve kolaylaştırıcı olmaları, itici, zorlaştırıcı ve nefret ettirici olmamaları, hiçbir zaman dayatma yoluna başvurma¬maları, bununla birlikte sonuca ulaştırıcı yol, usul ve imkânları da ortaya koymaları gerekmektedir.[14]
a) Risâlet bilgisinin muhtevası:
Rasûlullah'ın (s.a.) tebliğ etmekle yükümlü olduğu vahye dayalı bilgilerin "peygamberlik kurumu"nun tabiatına ve ondan beklenen amaca uygun olan, amelî değeri bulunan, [15] insanın âhirete giden yolculuğunda gerekli tedariki yapmak için bulunduğu dünyada, hayatın bütün alanlarıyla ilgili düzenlemelere, güzel ahlâka, inanca kısaca "îman-İslâm-îhsan" diye ifade edebileceğimiz bir muhtevaya ait bilgiler olduğunu düşünüyoruz.[16]
Bunun yanında peygamberler, sahip oldukları peygamberlik vela¬yeti hasebiyle yüce hakikatlere ait bilgilere, kendilerine sakladıkları fevkalâdeliklere, sadece yaşamakla elde edilebilen, fakat ifade edile¬meyen bilgilere, sair insanların idrak edemeyeceği ve götürenieyeceği bilgilere sahip olmaları ve bunları insanlara açmamaları mümkündür. Birkaç Örnekle konuyu biraz açalım: [17]
b) Örnekler:
Ebû Hureyre anlatır: Rasûlullah (s.a.) ashabından bir gruba uğra¬dı; onlar gülmekte idiler. Onlara: "Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, elbette az güler, çok ağlardınız" buyurdu. Bunun üzerine hemen ken¬disine Cibril geldi ve ona: "Şüphesiz Allah sana 'Niçin kullarımın umu¬dunu kırıyorsun?' buyuruyor" dedi. Rasûlullah (s.a.) derhal onlara dön¬dü ve "Dengeli olun, hiçbir şeyde aşırılığa kaçmayın ve ümitvar olun!" buyurdu. [18]
Hadisteki "Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, elbette az güler, çok ağlardınız" ifadesi, Rasûlullah'ın (s.a.) bütün bilgisini herkese aç¬madığına işaret olur.
Uyarılması ise, yüce makamlar için sözkonusu yükümlülük anla¬yışının sıradan normal insanlar İçin beklenmemesi gerektiğini ve sorum¬luluğa esas alınan seviyenin de bu gibi insanların seviyesi olduğunu gösterir.
Ebû Hureyre şöyle derdi: "Rasûlullah'tan (s.a.) iki kap dolusu ilim Öğrendim; bunlardan birini yaydım, diğerine gelince eğer ben onları yayacak olsam şu boğaz kesilir. [19] Başka bir rivayet de: "Eğer bildiğim her şeyi size haber versem, insanlar beni taşa tutarlar ve 'Ebû Hureyre çıldırmış' derler" şeklindedi. [20]
Rasûlullah (s.a.), Ebû Zer'e infakla ilgili olarak aslında zaafları olduğunu bildiği için "kendisine özel" olmak üzere (kadıyyetu ayn) bazı sözler söylemiş, [21]o ise bunu herkesi ilgilendiren teşrîî bir söz sanmış ve insanların mal biriktirmelerini yasaklayıcı bir tutum içine girmiş, insanları kenz âyeti[22] ile korkutur olmuştu. [23] Bu yüzden dönemin halifesi Hz. Osman (r.a.) tarafından Rebeze'de mecburi ikâmete tabi tutulmuştu. [24]
Kanaatimizce Ebû Zerr'in hatası Rasûlullah'ın (s.a.), insanlara kendi hususiyetlerini göze alarak anlayacakları dilden ve akılları ölçü¬sünde hitap ettiğim takdir edememesiydi.
Bu örnekten hareketle önemli bir noktaya temas etmemiz gerek¬mektedir:
Teşrîde çok önemli bir husus vardır. O da şudur: Vahiy yani gerek Kur'ân ve gerekse sünnet, insanlara hitap ederken, insanın fıtratında saklı bulunan cibillî motifleri dikkate alarak, dengeleyici bir üslup kullanır. Örneğimizle ilgili olarak meselâ insanın fıtratında Yüce Kudret tarafından yaratılmış bulunan mal tutkusu, dünya sevgisi esasen iyi bir şey olduğu için insanda hilkat özelliği olarak var kılınmıştır. Bunlarsız mamur bir dünya düşünmek mümkün değildir. Fakat frensiz bir mo¬torun tehlikeli olduğu gibi, bu motifin frenlenmesi, kontrol altında tutu¬labilir olması ve böylece dengelenmesi gerekir. Bu fren görevini de vahiy (Kur'ân ya da Sünnet) üstlenir. Bakarsınız dünyanın kötülüğünden, mal tutkusunun fitneliğinden söz eder. Bunun amacı gerçekten onların kötü¬lüğünü beyân etmek değil, aksine aynı Kudret Eli'nin zaten insanın fıtratına muharrik bir güç olarak koymuş olması esasına istinaden bunun frenlenmesi, kontrolü mümkün olan bir güç haline dönüştürül¬mesidir. Fıtratta zaten mevcut olan bu duyguların, bir de vahiy yoluyla açıkça teşvik edildiği düşünüldüğünde, motoru alabildiğine güçlendirilen ve fakat fren sistemine yer verilmeyen bir araba gibi insanların helake itilmesi söz konusu olur. Vahyin dilini okuyanların, ilgili nassları yorum¬layanların bu ve benzeri vahyin geri plânını dikkate almamaları halinde sadece iyi niyet sahibi olmaları -örneğimizde Ebû Zer (r.a.) gibi- hata etmemeleri için yeterli değildir.
Diğer örnekler:
Rasûhıllah (s.a.), "Yüce Allah'ın, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet eden her kimseye, cehennem ateşini haram kılacağı" şeklindeki müjdesini, insanlar buna güvenirler de amelden geri kalırlar düşüncesiyle herkese duyurulmasını istememişti. Bu müjdenin muhatabı olan Muâz (r.a.), onu ölümü esnasında haber vermişti.[25]
Bir defasında da, "Aman yapma! Zira, korkarım insanlar buna gü¬venip kalırlar. Bırak şu insanları amel etsinler" şeklindeki Hz. Ömer'in (r.a.) ricası üzerine böyle bir ilândan vazgeçmişti. [26]
Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında, Hızır'ın, 'Ya Mûsâ! Bende öyle bir ilim var ki, senin onu öğrenmez gerekmez[27] deyişine de bakılırsa, peygamberliğin daha çok insanları irşad etme, onları hayra yönlendirme, âhirete uzanan dünya hayatında yaşantılarına düzen verme amacı taşı¬dığı ve kendilerine verilen bilgilerin de daha çok bu doğrultuda olduğu ve bu gibi konularda kendilerine tevdi edilen ilâhî bilgileri behemehal tebliğ ettikleri, bunun yanında herkesi ilgilendirmeyen, dolayısıyla "yaşanıl¬ması gerekli din" olma özelliği taşımayan bazı bilgilere de sahip olduk¬ları ve bunları bazı yakınlarına, ya da ehil gördüğü kimselere yeri gel¬dikçe söyledikleri anlaşılmaktadır. [28]
"Saklanması halinde kıyamet günü onu saklayanın ağzına ateşten gem vurulacağı[29] ifade edilen bilginin de, "yaşanılması gerekli din" olma özelliği taşıyan türden bilgi olduğunu düşünüyoruz. [30]
3-Rasûlullah'ın (s.a.) Beyân Görevi:
Rasûlullah'ın (s.a.) beyân görevini[31] belirtmek sadedinde Yüce Al¬lah şöyle buyurur:
"Doğrusu senden Önce de kendilerine kitablar ve belgelerle vahyet-tiğimiz bir takım adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız kitablılara sorun. Sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân 'ı indirdik. Belki düşünürler".[32]
"Sana Kitab'ı, ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için, inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indirdik.[33]
"Ey Kitab ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi' dediniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadİr'dir. [34]Yukarıdaki âyetler, Rasûlulîah'm (s.a.) "insanlara gönderileni açıklama" görev ve yetkisinin olduğunu belirtmektedir. Ayrıca pek çok âyette Rasûlullah'dan (s.a.) söz edilirken, onun "kendisine Kitâb ve Hikmet indirilmiş biri[35] olarak, "insanlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğ¬retme" sıfatına sahip olduğu ısrarla vurgulanmaktadır[36]. Diğer pey¬gamberler için de aynı durum söz konusudur. [37]
Bu görev, Rasûlullah (s.a.) için iki şeyi gerekli kılıyordu:
1. Kendisine indirileni insanlara tebliğ yoluyla duyurmak ve ayrıca onları "öğretmek",
2. İnsanlara indirilen ahkâmı beyân etmek. [38]
a) "Beyân"m Anlam Ve Tanımı:
"Beyân" izhâr etmek, açıklamak demektir. Bazıları beyânı, "ma¬nanın, muhatap için kuşkuya mahal kalmayacak şekilde açıklanması, izah edilmesi" şeklinde, bazıları ise "delilden hasıl olan ilimdir" şeklinde tarif etmişlerdir. Kimilerine göre de "beyân" delilin kendisidir.
Beyânın, beyânı takrir, beyânı tefsir, beyânı tağyîr, beyânı tebdil ve beyânı zaruret olmak üzere beş çeşidi vardır.
Beyân sözle olduğu gibi, fiil ve takrirle de olur. Fiilin içerisine terkler de girmektedir. [39]
Beyân, vaktinde yapılmış olmalı, ihtiyaç anından geri kalmama¬lıdır. [40]
Rasûlullah (s.a.), hayata veda ettiği zaman din adına ne varsa onları eksiksiz tebliğ etmiş ve gerekli açıklamaları da yapmış olmalıdır. Nitekim bu konuda Kur'ân'm "artık dinin tamama erdirilmiş olduğu¬nu[41] söylemesi, Rasûhıllah'ın (s.a.) da: "Allah'ın size emretmiş oldu¬ğu her şeyi eksiksiz size emrettim; Allah'ın size yasaklamış olduğu her şeyi de eksiksiz size yasakladım[42] buyurması, bunun böyle olduğunu gösterir. [43]
Bu esastan hareketle Hz. Ömer'in (r.a.), "Kur'ân'dan en son nazil olan âyet ribâ âyetidir ve Rasûlullah (s.a.) onu bize açıklamadan Ölmüş¬tür. Bu itibarla, içinizi rahatsız edeni bırakıp, sizi rahatsız etmeyene bakın! [44] şeklindekini sözünü, "uygulamalı olarak bize göstermedi, bu küllî esasın altına girecek cüzîleri belirlemedi ve bunu bizim kendi ictihâd alanımıza bıraktı" şeklinde anlamak gerekir.
Aksi- takdirde dinden olup da, beyân edilmesi gereken bir hükmü Rasûlulîah'm (s.a.) beyân etmediğini söylemek, beyân edecekti ama ölüm gelip çattı gibi izahlar getirmek, "dinin tamamlanma süreci"nin, - hâşâ- önceden programlama olmadan, hesap sı z-kitap sız gelişi güzel kendiliğinden gerçekleştiğini söylemekle aynı anlama gelir. Bu ise ten¬zihi gerektiren bir durumdur. Sâri Teâlâ böyle bir konumda olmaktan münezzehtir..[45]
b) Rasûlullah'ın (s.a.) Beyânı:
Rasûlullah (s.a.) kendisine indirilmiş olan Kur'ân ahkâmını vahye dayalı olarak[46] sözüyle, fiiliyle ve takrir buyurmasıyla beyân ederdi. [47] Bu, mücmel lâfızların açıklanması, müşkil olanların aydınlatılması, âmm lâfızların tahsis, [48] mutlak olanların takyîd edilmesi gibi şekil¬lerde olurdu. [49]
Burada bunları ayrı ayrı ele alarak işleyeceğiz:[50]
i. Rasûlullah'ın (s.a.) Sözlü Beyânı:
Rasûlullah (s.a.), pek çok konuda, pek çok münasebetle ve uzun bir zaman dilimi içinde hemen her konu ile ilgili sözlü açıklamalarda bulun¬muştur. Elimizdeki mevcut hadis külliyatına şöyle bir bakmak, bunun için yeterlidir.[51]
ii. Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilî Beyânı:
Bilindiği gibi sünnetin bir türü de Rasûlullah'ın (s.a.) fiilleridir[52] ve bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre fiildir. Bunlardan ayrı ayrı bahsedeceğiz:[53]
iia-Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Hükmü:
Rasûlullah'ın (s.a.) fiili, o konuda -aksi durumu gerektiren yani fiilinin, vücûb, nedb ya da ibâhaya husûsî olarak delâlet etmesi gibi beli bir söz, hal karinesi ya da benzeri başka bir delil olmadıkça- mutlak izin ifade eder. Mutlak izin ise, hem vacibi, hem mendûbu, hem de mubahı kapsar. [54]
Kardâvî ise bu konuda şöyle der: "Allah'a yaklaşma kastıyla yapı¬lanlar sünnet, bunun dışındakiler ise mubahtır. [55]Normal şartlarda fiil, uyma ve Örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlüdür.
Amidî'nin (631/1233) beyânına göre sözün, delilliği üzerinde icmâ bulunmaktadır. Namaz kılmak, haccı eda etmek gibi fiiller ise, gözle ayrıntıları dahi takip etme imkânı olduğu için sözlü beyândan daha açıktır. Hem, duymak, görmek gibi de değildir. Bir kimsenin evde olduğunu gören, onun orada olduğunu duyandan daha güçlü bilgiye sahip olur. Söz, bir beyân türü olabildiğine göre, delâlet bakımından ondan daha açık olan fiilin, bir beyân türü sayılması öncelikli olur. [56]
Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasûlullah'ın (s.a.) normalde yapmış olduğu işle Hir Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında bulunan bir kimsenin otıffi işten iyice emin olmak için aşırı bir itina göstermesi ve hatta cinsî ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikâre ifade eden kelimeyi kullanarak sorması gibi fiilleridir.[57]
iib) Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Sözle Desteklenmesi Ya Da Aksi:
Sözlü sünnet, eğer fiil ile de desteklenmiş ise, mükelleflere nisbetle bu tâbi olma konusunda en açık seçik bir yol olur. Rasûlullah'ın (s.a.) fiili en üst düzeyde bir beyân tarzıdır. Söz ile de birleşmiş olan Rasû¬lullah'ın (s.a.) fiiline uymak, en üstün sıhhat mertebesini oluşturur.
Sözün fiile uygun düşmemesi hali ise böyle değildir.
Örnekler:
Rasûlullah (s.a.), "Kim güneş doğmadan önce bir rekat kılabilirse, o kişi sabah namazına yetişmiş olur, [58] buyurmuş olmakla birlikte kendisi öyle yapmamıştır.
Rivayete göre Rasûlullah'a (s.a.) birisi: "Karıma yalan söyleyebilir miyim?" demiş, Rasûlullah (s.a.): "Yalanda bir hayır yoktur" buyurmuş¬tur. Adam: "Ona vaadde bulunabilir ve ona (bu konuda yalan) söyleyebilir miyim?" dediğinde de: "Bunda senin için bir sakınca yoktur" buyurmuştur. [59]Buna rağmen caiz kıldığı bu şeyi daha sonra kendisi yapmamış; aksine "megâfîr" kokulu bal şerbeti olayında hanımlarını hoşnut etmek için bir daha içmeme vaadinde bulunduğu zaman, onu hakikaten de içmemeye azmetmişti ve bunun üzerine, "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? [60] âyeti inmişti. [61]
Rasûlullah'ın (s.a.) iftarsız peşi peşine oruç tuttuğu olurdu. Diğer¬lerine bunu yasakladı. Kendi durumunu ise, "Ben Rabbim katında gecelerim; O beni yedirir ve içirir"[62] şeklinde açıkladı. Sahabe Hz. Aışe (r.a.) ve daha başkaları- bu yasağın gerekçesini insanlara acıma şeklinde değerlendirdi ve içlerinden visal orucu tutanlar oldu. [63]Rasûlullah (s.a.) şair Hassân'a: [64]"Onları hicvet! Cibrîl seninle bera buyurmuştur. Bu hadis, hicve izin verildiğini gösterir, Bununla birlikte Rasûlullah (s.a.), hiçbir kimseyi dınT yönden olması aksine- kendisinde bulunan bir ayıp sebebiyle yermemiştir.
Rasûlullah (s.a.) bazı hallerde yalan söylenmesine müsade etmiş¬tir, "îki kişi arasını düzeltmek için çalışan ve bunun için yalan da söyleyen kimse asla yalancı değildir"[65] hadisi gibi. Keza kişinin karı¬sının gönlünü almak için yalan söylemesi, harpte yalan söylemesi haram olmayan yalanlardan olmaktadır. Bununla birlikte o, her halde yalan¬dan uzak durmuş, bu meyanda sadece tevriye kabilinden sözler sarfet-miştir. Meselâ "Biz sudanız[66] şeklindeki sözlerinde olduğu gibi.
Şâtıbî, bu gibi durumlarda sözlü hadise uymanın, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden olacağını, insanlara bir tür kolaylık sağla¬yacağını, bununla birlikte imkânı olan kimselerin Rasûlullah'a (s.a.) uymuş olmak için o şeyi terketmelerinin daha da güzel olacağını söy¬ler.
Ancak bu genellemenin her zaman için doğru olamayacağını düşü¬nüyoruz. Zira Rasûlullah'm (s.a.) yaptığı bazı tasarruflarının veya yapmadığı şeylerin (terkler) her zaman için bizzat kendi idealine uygun düşmediğinin bizzat kendisi tarafından ifade edildiğini de görüyoruz. Hadislerde, "Eğer şimdiki yaptığımı tekrar yapacak olsam şöyle yapar¬dım[67]"Şöyle şöyle olmasaydı şunu yapardım veya yapmazdım", "Keşke şunu şöyle yapmasaydım[68] gibi ifadelere rastlamaktayız. [69] Nitekim bu hakikati sahabe de tespit etmiş bulunuyordu.[70]
Bu durumda, fiilin sözlü beyândan üstünlüğünü mutlak ifade etmemek, normal şartlarda diye kayıtlamak, hadisin vürûdunda etkin olan sebepleri, hal karinelerini dikkate almak gerekecektir.
Rasûlullah'm (s.a.) bazı tasarruflarının her zaman için bizzat kendi idealine uygun düşmemesi, -kanaatimizce- nazariyenin, fiiliyata dö¬külmesinin tabiî bir sonucudur. İdeallerle gerçekler her zaman için aynı olmamaktadır. Rasûlullah (s.a.), bir sosyal vakıa olarak, içinde bu¬lunduğu bütün şartlarla toplumu üstlenmiş, bu sosyal gerçeklikten hareketle şartları kendisine tevdi edilen bir islâm ümmeti oluşturmanın yoluna koyulmuştu. O yüzden, zaman zaman bir şeyler yaptı, fakat onun kendi ideali olmadığını söylemeyi de ihmal etmedi. Zaman zaman bir şeylerin arzusunu, özlemini dile getirdi; fakat o şeyi yapmaya da koyulmadı.[71]
iic-Devamlılık Noktayı Nazarından Rasûlullah'm (S.A.) Fiilleri:
Devamlılık noktayı nazarından Rasûlullah'm (s.a.) fiillerini iki kısımda mütalaa edebiliriz:[72]
iica Devamlı Ya Da Sıkça İşlenen Fiiller:
Rasûlullah (s.a.), bir fiili devamlı ya da sıkça işlemiş olabilir. Böyle¬si bir sünneti delil olarak kullanma ve gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Delilin gereklilik (vücup), men-dupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması arasında bir fark yoktur. Meselâ, Hz. Peygamberin (s.a.) sözlü beyânları yanında fiili üe taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz hükümlerini bildirmesi, şartları ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka, nikah, talak, alış¬veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da takrir (tasvib, onay) yolu ile açıklaması gibi. Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşer ve herhangi bir şekilde çelişki olmaz. Bu tür sünnetin delil olarak kullanılması, gereği ile amel edilmesi konu¬sunda en ufak bir kuşku bulunmaz. [73]
iicb. Ender Olarak, Ya Da Belli Bir Hal Ya Da Zamanda İşlenen Fiiller:
Bir fiilin Rasûlullah (s.a.) tarafından nadir hallerde ya da belli bir hale özel olarak işlenmesi durumunda, buna karşılık devamlılık arzeden bir fiil bulunuyor demektir. îşte süreklilik arzeden o fiil, tâbi olunması gereken sünnet olacaktır. Belli bir fiilin devamlılık arzetmesi mutlaka serî bir gerekçeden dolayı olmalıdır.
Devamlılık arzeden fiil, -diğeri ile amelde bir beis olmasa bile- daha öncelikli bir hal alacak ve aynen mubahla mendubun karşı karşıya gelmesi durumu gibi olacaktır. Çünkü mendubun kısmen[74] terkinde bîr günah bulunmamaktadır. Dolayısıyla mükellef mendup ve mubah kar¬şısında bir nevi muhayyer gibi olmaktadır. Ancak aslında durum öyle değildir; mendûbu işlemesi, mubahı işlemesinden daha uygun olmak¬tadır. Aynı durum devamlılık arzeden fiiller ile ender fiiller için de geçerlidir.
Öbür taraftan usûlcüler, kadâyâ a'yân diye anılan şahsa/hale özel nitelikli nasslarm bir başka delil ile desteklenmedikçe kendi başlarına delil olarak kullanılamayacaklarını da söylerler. Çünkü bizzat kendisin¬de ihtimal bulunduran bu deliller öte taraftan, sürekli yapılagelen fiillerle tevhid edilebilme imkanı da taşımaktadır, o yüzden kendileri ile amel edilebilmesi için başka bir delil ile desteklenmesi şartı aranır. Durum böyle olunca, ender fiil karşısında bulunan ve süreklilik arzeden fiil ile amel etme tarafı ağır basmış olacaktır.
Bu kısım için pek çok örnek bulunmaktadır. Ancak bunlar birkaç gruba ayrılırlar:
1.Fiilin ender işlenişinin makul bir izah ve sebebi olması. Bu tür¬den olanlarda, sebebin ortadan kalkması durumunda sonuç da ortadan kalkar. Rasûlullah'm (s.a.) tahdid edilmiş sınırları veya tayin edilmiş vakitleri belirlemek için vuku bulan fiilleri bu kabildendir.
Meselâ, Cibril'in (s.a.) Hz. Peygamber'e (s.a.) iki gün imamlık yap¬ması[75] Hz. Peygamberin (s.a.) namaz vaktini soran kimseye hemen cevap vermeyip, iki gün boyunca namaz kılması, ilk gün vaktin ilk başlangıcında, ikinci gün ise son anında kıldırması ve namazların, bu iki vakit arasında kılınacağını beyân etmesi[76] bu türdendir. Cibril'in Rasûlullah'a (s.a.) öğretmek için, Hz. Peygamber'in (s.a.) soruya cevap için, namazı ikinci günde vakitlerin tam sonunda kılmış olmaları, sadece ertelenebilir vaktin en son dilimim bildirmek içindir. Bunun dışında bir anlam taşımaz.
Rasûlullah (s.a.), yazın, şiddetli sıcağın biraz serinlemesini bekle¬mek, yolculukta iki namazı birleştirerek kılmak vb. gibi bir mazeret ol¬madıkça devamlı olarak namazı vaktin ilk anlarında kılmıştır.
Rasûlullah (s.a.) Enes'in (r.a.) ifadesine göre her namaz için abdest alırdı. Diğer müslümanlar ise, abdestlerini bozmadıkça bir abdestle di¬ledikleri kadar namaz kılabilirlerdi[77]. Rasûlullah'm (s.a.) bu devamlılık arzeden uygulamasına karşılık Hayber senesi Sahbâ denilen mevkide ikindi ile akşam namazını tek abdestle kılmıştı. [78] Keza Mekke'nin fethi gününde, namazları tek bir abdestle kılmış ve mestleri üzerine meshetmişti. Hz. Ömer (r.a.) kendisine: "Ya Rasûlallah! Bugün, hiç yapmadığınız bir şeyi yaptınız?!" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Onu kasten yaptım ya Ömer!" buyurdu. [79]
Hz. Âişe: "Hz. Peygamber (s.a.) ikindi namazını güneş evin içe¬risinde iken henüz (batıya doğru meyledip de duvara vurup) zahir olma¬dan kılardı"[80] demiştir. Hadiste geçen "kılardı" ifadesi, genelde işin böyle yapıldığını gösterir.
Şükür secdesi hakkında da -Hz. Peygamber (s.a.) tarafından ya¬pıldığını farzetmemiz durumunda- durum aynı şekilde olacaktır. Çün¬kü Hz. Peygamber (s.a.), kendisine üst üste pek çok sevinç haberi gel¬diği, üzerine Allah'ın nimetleri yağdığı halde böyle bir secdeye devam etmemiştir. Onun şükür secdesine devam ettiği hakkında herhangi bir nakil bulunmamıştır. Sahabeden de yaygın olarak böyle bir şey yaptık¬ları haberi gelmemiştir. Ancak Ka'b b. Mâlik'in tevbesinin kabul edil¬diğine dair âyet inmesi üzerine secdeye kapanması gibi çok nadir haller bulunmaktadır. Bu durumda şükür secdesinde bulunma, onların büyük çoğunluğunun yaygın olarak gösteregeldikleri tavıra muhalefet etmek olacaktır.
Ender olarak işlenen sünnetin hükmü, her nasıl olursa olsun gâlib olan amele uygunluk ve nadiren meydana gelen uygulamaları selefin yaptığı gibi terketmek ya da azaltmaktır. Delil, bir sınır belirleme ve
benzeri konularla ilgili ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlılık arzeden fiili, evlâlığını sürdürecektir.
2. Rasûlullah'ın (s.a.) ender olarak işlediği fiiller, bir zarurete meb-ııî olabilir. Meselâ, Hendek harbinde savaşın iyice kızıştığı bir henga¬mede RasûluUah (s.a.) beş vakit namazı vaktinde kılamamış, sonra bunları hep birden kaza etmişti.[81]
Böyle bir fiilin, elbette ki cevaz hükmü belirtmeyeceği, ancak zaruret hallerinde -o da "Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar" ilkesi gereğince bu gibi şeylerin olabileceği açıktır.
3. Fiilin hale ya da şahsa özel olması:
Sahabe, yanlarına Hz. Peygamber'in (s.a.) gelmesi halinde ayağa kalkmıyorlardı ve o (s.a.) mecliste neresi boş ise oraya otururdu. Buna karşılık RasûluUah (s.a.), Habeşistan'dan dönen amcası oğlu Cafer için ayağa kalkmıştı. Kureyza Oğulları hakkında hüküm vermekle görevlen¬dirilen Sa'd b. Muâz hakkında da, "Büyüğünüz için ayağa kalkınız! [82] buyurmuştu.
İmam Mâlik, kucaklaşma hakkında, "Bu sadece Cafer'e hastı" de¬miştir. Süfyan da: "Eğer biz sâlihlerden olursak, onun için özel olan bize de Özel; onun için genel olan bizim için de genel olur" demiştir. [83]
Hz. Peygamber'in (s.a.) hasta olması sebebiyle abdest alırken al¬nına ya da sarığına meshetmesi de, nadir fiillerinden olup, belli bir hale hastır. [84]
Örnekler de göstermektedir ki, Rasûlullah'ın (s.a.) fiilleri hep aynı düzeyde ve eşit değerde değildir. Devamlılık arzeden ya da sıkça işle¬nilen fiilleri ile, ender olarak ve bir garaza mebnî işlenen fiilleri arasında fark bulunmaktadır. O yüzden genellemeye gitmek ve toptancı bir yakla¬şımla, Rasûlullah'ın (s.a.) söz, fiil ve takrirlerine eş değerde "sünnet" demek, sünnete de "yapılması -mecburî olmaksızın- matlup olan şey" şeklinde bir anlam yüklemek her zaman için İsabetli olmayabilir. Görüldüğü gibi, ender fiillerin böyle bir sonuç ifade etmeyeceği açıktır.[85]
iicc-Rasûlullah'ııı (s.a.) Terkleri:
Rasûlullah'ın (s.a.) terkleri de, onun fiilleri meyanmda sayılmak¬tadır.
Rasûlullah'ın (s.a.) normalde bir şeyi terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini (yani tercihe şayan olmadığını) gösterir. [86] Bununla birlik¬te Rasûlullah'ın (r.a.) terklerini, sebepleriyle birlikte ele almak ve onları ayrı ayrı değerlendirmek gerekir:
Rasûlullah'ın (s.a.) terklerinin sebepleri:[87]
1. Cibillî sebeplerden dolayı terk:
Rasûlullah'ın (s.a.) aslında caiz olan şeyi, yaratılış icabı hoşlan¬maması yüzünden terketmesi: Meselâ Rasûlullah (s.a.), Necd tarafından getirilen ve önüne konulan yiyeceğin keler (dabb) olduğunu öğrenince elini geri çekmiş ve yememiştir. "Keler haram mıdır?" diye sorulunca da, "Hayır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor'[88] diyerek terkin gerekçesini açıklamıştır. [89]
Aslında bu, terk kabilinden değildir; çünkü bu davranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir. Kaldı ki, diğerleri tarafından bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) sofrasında yenilmiştir ve Rasûlullah (s.a.) onları engellememiştir.
Rasûlullah'ın (s.a.) bu şekilde terketmiş olduğu şeylerin işlenme¬sinde herhangi bir sakınca yoktur.
Doğrusu, burada Rasûlullah'ın (s.a.) keler yemeyi terkinden çok, ondan hoşlanmamasına sebep olarak ileri sürülen gerekçe bizce çok önemlidir. Bir insan, toplumunun ve içinde yaşadığı coğrafyanın çocu¬ğudur, öteden beri içinde yaşadığı gelenek ve göreneklerin, Örf-âdetin, ahşmışlıkların büyük etkisi altındadır.
Haram ve helâl konularında hükmü nasslarla belirlenenlerin ihda kalan şeylerin "Eşyada asıl olan ibahadır[90]prensibi altına girdiği malumdur. [91]
Bu durumda hakkında nass bulunmayan bir şeyin helâl olmasını, rstishaba değil de, sadece Arab'ın örfüne bağlama eğilimi, Rasûlullah (s.a.) tarafından dile getirilen bu önemli gerçeği görmemek demektir. Meselâ Şafiî fıkhı es-Sirâcu'l-vehhâc'da şöyle denmektedir:
"Hakkında nass bulunmayan bir şeyin helâllik hükmü, bolluk, servet ve sağduyu sahibi Arapların o şeyi temiz bulmaları ile sabit olur. Bu konuda muteber olan iki âdil kimsenin haber vermesidir. Hükmün tesbiti için her devirde yaşayan Araplara bakılır, eğer Araplar o şeyi iğ¬renç (pis) buluyorlarsa helâl olmaz. Arapların ihtilâfları durumunda çoğunluğa uyulur. İhtilâfta eşitlik söz konusu olursa, Kureyş'e tabi olu¬nur".[92]
Çekirgenin yenilebileceği[93] hükmünü ifade, Türk kamuoyunda iştihayı uyandırma şöyle dursun, çoğu kez tiksinti duyulmasına neden olur. Oysa ki, Câhız'ın (255/869) ifadesine göre Araplar için çekirgeden daha lezzetli bir yiyecek yoktur. [94] Nitekim Hz. Ömer (r.a.), birçok defa kızartılmış çekirgeye karşı özlemini belirtmiş[95]hatta bir defasında, Rebeze'de[96] çekirge sürüsü bulunduğu kendisine söylenince minberde iken, "Keşke bir iki sepet olsa da yesek!" demiştir. [97]
Miletlere göre değişken olan âdetleri, bağlayıcı teşrîde esas almanın İslâm'ın genel esprisine ters düşeceği[98] noktasından hareketle, hak¬kında nass bulunmayan bir konuda alışılagelmişliğin neticesinde Arap¬ların bir şey hakkındaki özlem ya da nefretlerini evrensel bir hüküm kabul ederek, aynı özlem ya da nefreti paylaşmayan milletler için de geçerli olacağını savunmak yerine, her milleti, her yöreyi kendi örf ve âdetleriyle, öteden beri alışageldikleri şeylerle başbaşa bırakmak daha uygun gözükmektedir. Hakkında yasaklayıcı bir nass bulunmadığı sürece aslî ibaha hükmünce bunlar mubah olacak ve bu hususta bir şeyin âdaba uygunluğunu, ya da mekruh olduğunu tesbit konusunda belirleyici rolü, evrensellik verilecek olan Arap örfü değil, aksine her yörenin kendi örfü oynayacaktır.[99]
2. Başkasının hakkı sebebiyle terk: [100]
Rasûlullah (s.a.), meleklerin hakkım gözeterek[101] sarımsak ve soğan yemeyi terketmiştir. [102] Burada terkin gerekçesi, işlenecek muba¬hın başkasının hakkı ile çatışm asıdır.
Soğan, sarımsak ve benzeri şeylerin alınması, vahiy elçisinin hak¬kını dikkate alma itibarıyla bizzat Rasûlullah (s.a.) hakkında yasak ya da mekruh olmaktadır ve bu hüküm onun için belli bir hale özel de olmayıp sürekli ve mutlaktır.
Mescide ya da cemaat içine çıkma durumunda ise hüküm, hem Rasûlullah (s.a.) hakkında, hem de ümmeti hakkında geneldir. İşte bu yüzden de Rasûlullah (s.a,), bunları yiyen kimselerin mescide yaklaşma¬larını yasaklamış ve, "Kim sarımsak ya da soğan yerse, bizden uzak dursun veya mescidimizden uzak dursun! [103]buyurmuştur.
Bu tür terk konusu şeylerin, gerekçeleri kalktığında işlenmesinde bir sakınca olmadığı da açıktır.[104]
3. Farz kılınır endişesiyle terk: [105]
Rasûlullah (s.a.), ümmetin Özlem ve beklentilerinin, bu doğrultuda yöneltilen soruların, serî hükümlerin konulmasında etkin olduğunu bil¬diği için -bu durum peygamberlerin başlangıçta kendilerine indirilecek olan şeriatın alacağı en son şekli bilmediklerini de gösterir[106] bazı amelleri işleme,: arzusuna rağmen, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır ve işleri zorlaşır endişesiyle terkederdi. [107]
Nitekim Hz. Âişe'nin (r.a.) ifadesine göre Rasûlullah (s.a.), kuşluk namazını bu yüzden terketmişti, kendisi ise kılıyordu[108] Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk namazı kıldığını asla görmedim. Ben ise bu namazı kılıyorum". Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Ben gerçekten o namazı kılıyorum. Muhakkak ki Rasûlullah bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde, insanlar onlarla amel ederler de sonra onlara farz kılınır korkusundan dolayı onları terkederdi. [109] Hz. Âişe (r.a.), kuşluk namazını sekiz rekat olarak kılardı ve sonra da: "Ebeveynim kabirden çıksa bile yine onları terketmem! [110] derdi.
Rasûlullah (s.a.), teravih namazını cemaatle kılmayı da bu yüzden terketmiştir. O, mescidde insanlara namaz kıldırmış ve giderek insanlar rağbet etmişti. Üçüncü ya da dördüncü günü âdet üzere yine toplan¬mışlar ve Rasûlullah'ı (s.a.) beklemeye koyulmuşlardı. Rasûlullah (s.a.) onların yanına çıkmadı ve şöyle buyurdu: "(Allah'a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı bili¬yorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetirememenizden korktum. [111]
Rasûlullah'm (s.a.) vefatı ve böylece bu endişenin sona ermesi ile, -terkine rağmen- onun arzusu doğrultusunda hareket etmek caiz ol¬maktadır. Nitekim uygulama da bu doğrultuda gerçekleşmiştir. Hz. Ömer (r.a.) bir gün akşam mescide girmiş namaz kılanların dağınıklığını görmüş ve, "Şunları bir okuyucu arkasında toplasam daha uygun olur!" demiş ve Übey b. Ka'b'ı teravih imamlığı ile görevlendirmiştir. Daha sonra bir gece, insanların imam arkasında toplu bir halde namaz kıl¬dıklarım görünce de, "Bu ne güzel âdet oldu! [112]demiştir. [113]
Sonra gelen alimlerin çoğu da, bid'atleri kısımlara ayırmışlar ve teravihin cemaatle kılınmasını "mendûb olan bid'at" sınıfında değerlen¬dirmişlerdir.[114]
Hz. Ömer'den (r.a.) beri teravih namazları büyük coşku ile cema¬atler halinde kılınmakta ve islâm toplumunun birlik ve beraberlik ruhu¬nu pekiştirmededir. Günümüzde ise İslâmlaşma sürecinin yeniden başlaması ve hızlanması konusunda önemli bir rol oynamaktadır.
Muhtemelen cazibesini -uzunluğuna rağmen- geçiciliğinden ve bir bayram havasında kılmıyor olmasından alan teravih namazlarının, halk tarafından bir farzmış gibi algılanmaması, asıl farzları ihmale götürecek bir önem kazanmaması için, İslâm ümmetinin önderleri olan müctehid imamların, âlim ve fazilet sahibi kimselerin, bu durumu mü'minlere tel¬kin etmeleri ve bizzat kendi fiilleriyle de -yani zaman zaman terke-derek- bunu göstermeleri uygun olur. [115]
Nitekim, sahabe ve tabiîn neslinden ileri gelen simaların, yatsı na¬mazını kıldıktan sonra evlerine gidip; teravih namazını cemâatle kılma-yıp gecenin sonunda kendi evlerinde kıldıkları belirtilir. îmam Mâlik de, güç yetirebilen kimseler için bunu müstahap görmüştür. [116]
4. Yanlış anlamaya meydan vermeme gayreti:
Yukarıda örneklerini verdiğimiz terkler, farz kılınma endişesiyle olabileceği gibi, insanların onları farz sanmaları endişesi sebebiyle de olabilir. [117] Bu takdirde gerekçe sedd-i zerîa ilkesi olur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir veya iki gün oruçla Ramazan'ı karşılamayın. Ancak bir kimse, âdet edindiği bir orucu tutuyorsa, onu tutsun!. [118]
Rasûlullah (s.a.), yine bu kabilden olmak üzere bayram gününde, yevm-i sekte[119] oruç tutmayı yasaklamıştır. Çünkü bu günlerle, Rama¬zan arasında fasıla yoktur. Aşırılıkçılar tarafından bu günlerde oruç tu¬tulması bir yol edinildiği zaman, sonradan gelenler, onları bu oruçlar üzerinde bulur ve nesiller boyunca bu böyle devam eder. Sonuçta dinde tahrif doğar/Aşırılığa kaçılan yerlerden biri de, ihtiyat mahallerinin lâzım sayılmasıdır. Yevm-i şek de bu kabildendir[120]
5. Ümmeti kollama gayreti:
Teşrîde bir ilke olarak yükümlülüklerin kolay tutulması gerekti¬ğini[121] bilen Rasûlullah (s.a.), bu noktadan hareketle ümmetini kolla¬mak amacıyla bazı şeyleri terketmiştir.
"Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım onlara (her na¬maz esnasında) misvak kullanmalarını emrederdim"[122]buyurmuştur.
Keza kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara na¬mazı bu saatte kılmalarını emrederdim[123]buyurmuştur.
Hac yaparken Müzdelife gecesi, sünnet edinilir korkusuyla teheccüd namazını kılmamı ştır. [124]
"Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, Allah yoluna çı¬kan hiçbir seriyyeden geri kalmazdım; fakat ben onlara binek bulamı-yıruni; onlar da bulamıyor ki çıkalar. Arkamdan geri kalmaları da onlara çok ağır geliyor. [125]
6.Üstün ahlâk anlayışına ters düşmesi sebebiyle terki: Bu türden terklere şu iki hadisi örnek olarak gösterebiliriz: "Ben, size falanca ile filancayı[126] ateşle yakmanızı emretmiştim. (Sonra düşündüm) ateşle ancak Allah azap eder. Dolayısıyla eğer onları bulursanız, (yakmayın) öldürün!.[127]
Rasûlullah (s.a.), verdiği emirde, üstün ahlâk anlayışına ters dü¬şen, insanı aşan, ulûhiyyet iddiası taşıyan bir muhteva sezdiği için, onların yakılması emrinden vazgeçmiş ve normal bir yolla öldürülme¬lerini istemiştir.
Bir diğer örnek de Rasûlullah'm (s.a.) şu olayda şahitliğe yanaş¬mamasıdır: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Ra-sûlullah'ı şahit tutmak ister. Rasûlullah (s.a.) ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?" diye sorar ve: "Hayır!" cevabını alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem! [128] buyurur ve şahit olmaz. [129]
Aslında bir kişinin, sağlığında malı üzerinde istediği gibi tasarruf etme hakkı mevcut bulunmaktadır. Bu hakkın gereği olarak da, ço¬cuklarından birine bağışta bulunup, diğerlerine mahrum bırakabilir. An¬cak bu tutum, çocuklar arasında ve çocuklar ile baba arasında akra¬balık ilişkilerini zedeleyici bir etki icra edebilir ve bir babanın gereksiz olarak çocukları arasında bir ayırıma gitmesi üstün ahlâk anlayışı, insanî fazilet ve erdemlerle bağdaşmaz. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bu olayda bizzat kendisinin şahit tutulmasını istememiştir.[130]
7. Hakkında bir sakınca olmayan şeyleri, kül olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki[131]
Buna örnek olarak Rasûlullah'm (s.a.) evinde şarkı söyleyen iki cariyeyi dinlememesini gösterebiliriz. Hadis şöyle:
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir defa yanımda Buâs ezgileri okuyan iki cariye varken, içeriye Rasûlullah (s.a.) girdi ve yatağa uzanarak yüzünü çevirdi. Derken Ebû Bekir (r.a.) girdi. Hemen beni azarladı ve: "Ra¬sûlullah'm (s.a.) yanında şeytan düdüğü mü?" dedi. Bunun üzerine Ra¬sûlullah (s.a.), ona dönerek: "Bırak onları!" dedi. Onun zihni dalınca, ben cariyelere işaret ettim; onlar da çıktılar. O gün bayram idi. [132]
Rasûlullah (s.a.) bir hadislerinde de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi yok![133] buyurmuştur. Her ne kadar oyun ve eğlence, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasû-lullah (s.a.) ondan yüz çevirmiştir.[134]
Bilindiği gibi cüz itibarıyla hakkında bir sakınca olmayan şeyler, kü) itibarıyla jşle/alındıklarında farklı hüküm almaktadırlar. Buna göre mubah türüne göre kül halinde ele alındığında mendup ya da vacip; yine türüne göre mekruh ya da haram şeklini almaktadır. [135]
Şâtıbı, hakkında sakınca olmayan eğlence türü mubahlar konu¬sunda şöyle diyor:
Mesire yerlerinde gezinmek, kuş sesi dinlemek, mübâh olan mûsikî dinlemek, güvercinle oynamak vb. oyunlarla eğlenmek gibi türden mubahlar külliyen ele alındığında mekruh hükmünü almaktadır. Bu ve benzeri şeyler, cüz olarak ele alındıklarında mubahtırlar; şu veya bu günde, şöyle veya böyle bir halde bunlarla eğlenmesinde bir günah yoktur. Ama bunları devamlı surette yaparsa, o zaman bunlar mekruha 'dönüşürler ve bunu yapanlar kıt akıllılıkla itham edilirler; onlara iyi bir davranış göstermedikleri, bu gibi şeylere dalarak israfa girdikleri gözüyle bakılır. [136]
Bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) bu kabilden olan terklerinin, cüz olarak ele alındığında mübahlık hükmü ötesinde bir anlam ifade etmeyeceğim, ancak kül olarak ele alındığında meselenin farklı bir boyut kazanacağını söyleyebiliriz. Bu sonuç ise terkin bizatihî kendisinden değil, terke konu olan fiilin mahiyetinden kaynaklanmaktadır.[137]
8. Sırf mubah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: [138]
Rasûlullah (s.a.) için kasm yani eşleri arasında sıraya riayet etmek aslında gerekli değildi. "Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanma almanda sana bir sorumluluk yoktur[139] âyeti de bir takım müfessirlere göre bu manayı ortaya koymaktadır. [140]Buna rağmen Rasûlullah (s.a.) kendisi için mubah kılınan bu davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlâkına daha uygun olan sıraya riayet esasını benimsemiştir.
O kendisine: "Adil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın rızasının bir taksim değildir" diyen kimseden[141]öc almaya gitmemiş, öldürülmesini isteyen kimseye de manı olmuştur, [142]
Yine Rasûlullah (s.a.), kendisini öldürmek için ikram ettiği koyunu zehirleyen kadını öldürmekten vazgeçmiştir. [143]Gafletinden yararlanıp kendisini öldürmek isteyen Urve b. el-Hâ-ris'in elinden kılıç düşüp bu kez kendisi almış ve fakat onu öldürmekten vazgeçmiştir.
Bu tür terklerin gerekçesi şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler, makamlarının gereğini yerine getirmek ile memurdurlar. Öyle ki bunun aksini yapmak -aslında öyle olmasa bile- hem yasak hem de makama yakışmaz kabul edilir. Nitekim bu husus, "Hasenâtu'l-ehrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn[144] sözüyle ifade edilmektedir. Bu anlayış, onların kendi itibarlarına -serî hitabın gereği değil- nisbetle böyledir. Nitekim rivayete göre Rasûlullah (s.a.) eşleri arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde aralarında adaletle muamala etmesine rağmen Rabbine karşı mazeret beyân eder ve şöyle yakarırdı: "Allahım! Bu bemin gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin elinde olup da benim elimde olmayan şeyden dolayı beni sorgulama! [145] Rasûlullah (s.a.), bununla kalbinin elinde olmaksızın bazı eşlerine daha fazla meylettiğini ifade etmek isterdi.
Şefaat hadisinde Nuh'un (s.a.) haklı yere de olsa kavmine beddua edişinin[146] kusur, keza İbrahim'in (s.a.) tarizlerinin[147] yalan sayılısı[148] ve bu peygamberlerin bu yüzden şefaat etmeye yüzlerinin olmadığım söylemeleri, bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir.
Burada söz konusu olan kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değildir; aksine kulun sahip olduğu yüce mer¬tebenin bir gereği ve tamamen itibari olan bir durumdur.[149]
Bu tür terkler, gerçek anlamda bir nehyin gereği olmayıp tamamen itibarî mahiyette olan bir esasa dayanmaktadır. Rasûlullah'm (s.a.) bu tür terk tasarruflarından ancak, "Herkes bulunduğu makama yaraşır şekilde davranmalıdır" şeklinde bir ilke çıkarılabilir; yoksa onun bu tür terk tasarrufları teker teker ele alındığında hukukî bir mesned özelliği taşımaz.[150]
9. Kamuoyunu dikkate alması ve daha büyük bir zarar doğura¬bileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: [151]
Rasûlullah (s.a.), Hz. Âişe (r.a.) validemize şöyle buyurmuştur: "Bilmez misin, kavmin Ka'be'yi bina ettikleri sırada İbrahim'in te¬melleri üzerine tam oturtmadılar; bir kısmını dışarıda bıraktılar". Bunun üzerine Hz. Âişe: "Ya Rasûlallah! Onu İbrahim'in temelleri üze¬re yeniden inşa etmez misin?" diye sorar. Rasûlullah (s.a.) cevap olarak: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı[152] ve kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları Ka'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapar¬dım"; bir başka rivayette de: "Ka'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur. [153]
Münafıkların öldürülmesini de "Muhammed, adamlarını öldü¬rüyor" derler ve bunu İslâm'ın aleyhine kullanırlar gerekçesiyle engelle-miştir. [154]
Bu tür terk tasarrufları önemli bir ilke vermektedir. O da dinî yerleştirme ve yaymada belli bir siyasetin takip edilmesi gereğidir. Bu siyasetin bir parçası olmak üzere sedd-i zerîa ilkesine yer verilecek, Türkçemizdeki ifadesiyle kaş yapılırken göz çıkarılmayacaktır. Keza yine bu siyasetin bir gereği olarak maşerî vicdanın sesine kulak veri¬lecek, insanları tahrik edici davranışlardan, dinî şeâirle oynama anla¬mında yorumlanabilecek ve dolayısıyla onların heybet ve saygınlığının kaybolması sonucunu doğurabilecek uygulamalardan kaçınılması gere¬kecektir.[155]
10. Münasebeti kalmadığı için terk:
Rasûlullah (s.a.) bir fiili, artık münasebeti kalmadığı için terketmiş olabilir. Mesela "kunûf'un terki gibi. Bir musibet karşısında Hz. Pey¬gamber (s.a.) bir ay süre ile kunut okumuş ve irşâd heyetini hunharca katleden Ri'l, Zekvân ve Usayya kabilelerine lanette bulunmuştu. Ara soğuyunca da bunu terketmişti.[156]
Bu tür fiiller, işlenmesini gerekli kılan münasebetin bulunmasıyla tekrar gündeme gelebilir.[157]
11. Rasûlullah'm (s.a.) düşünce aşamasında kalmış, fiile dökmek¬ten vazgeçtiği tasarrufları:
Bu kısma örnek olmak üzere şu hadisleri hatırlayabiliriz:
"Eğer, köpekler de ayrı bir ümmet olmasalardı, onların öldürül¬mesini emrederdim. [158]
Buradaki terk, doğal dengelerin korunması endişesine yöneliktir.
Örnek olabilecek bir diğer hadiste ise şöyle buyurmuştur:
"Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin; çünkü emzikli iken emilen süt süvariyi yakalar da onu atından düşürür (ölümüne sebep olur). [159]
Rasûlullah (s.a.), emzikli kadınla cinsel ilişkinin, sütü bozacağını, çocuğu ilk büyüme ve kıvamını bulma anında zayıf düşüreceğim, bu za¬afın onun yapısına yerleşip etkisini çok sonra dahi gösterebileceğini düşünmüştü. O, büyük ihtimalle zararlı gördüğü bu fiili haram kılmayı bile düşünmüş, sonra istikra sonucunda bu zararın bidüziyelik ve kesinlik arzetmediğini görmüş ve şöyle buyurmuştur.
"Erkeklerin emzikli kadınlarla cinsel ilişki kurmalarını yasakla¬mayı düşünmüştüm. Sonradan Bizanslıların ve Farsların bunu yapmakta olduklarını ve fakat bunun çocuklarına herhangi bir zarar ver¬mediğini dikkat nazarına aldım (ve düşüncemden vazgeçtim).[160]
Münafıklıklarının bir göstergesi olarak cemaate gelmeyen kimse¬lerin evlerini başlarına yakmaya niyetlenmesi ve fakat gerçekleştirme-mesi de bir başka örnektir. [161]
RasûluUah'ın (s.a.) terkleri de, -her ne kadar genelde Rasû-lullah'm (s.a.) bir şeyi terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini, terkinin efdaliyetini gösterir[162] denilse degörüldüğü gibi hep aynı düzeyde değildir; gerekçesine göre farklı hükümler alabilmektedir. O yüzden de¬ğerlendirme esnasında bu hususun göz önünde bulundurulması, terkin gerekçesinin çok iyi belirlenmesi ve halihazırda da aynı gerekçenin bulunup bulunmadığının tespiti çok önemlidir.[163]
iii. Rasûlullah'm (s.a.) İkrar Buyurması Yoluyla Beyânı:
iiia. Sâri Teâlâ'mn sükûtu mübahlığı gerektirir:
Sâri Teâlâ, yükümlülükleri koymuş, sınırları çizmiş, haramları belirlemiştir; pek çok şey hakkında ise unuttuğundan değil, sırf bize olan rahmet ve merhametinden sükut geçmiş; onları bize mubah kıl¬mıştır[164] ve bunlar sayılamayacak'kadar çok ve çeşitlidir. Bu ilkeden hareketle, şeriat konulurken halihazırda mevcut bulunan ve Sâri Te-âlâ'ca da müdahale edilmeyen şeyler mubah kapsamına girmektedir. [165]
iiib.Rasûlullah'm (s.a.) sükutu, Sâri Teâlâ'nm sükutu gibi sayılır: Yüce Allah'ın bu sünnetinin bir tecellisi olarak Rasûlullah (s.a.) da aynı şekilde davranmış, Yüce Allah'ın belirlediği münker alanına gir¬meyen konularda ses çıkarmamış ve böylece işlenen o şeyin mübahlığmı göstermiştir. Tebliğ ve beyân görevi ile yükümlü olan Rasûlullah'm (s.a.) münker karşısında susmasının caiz olmayışı, bu hükmü gerekli kılmak¬tadır.[166]
iiic.Rasûhıllah'ın (s.a.) ikrar buyurması farklı hallerde olur:
Rasûlullah (s.a.) bir fiilden[167]görmese bile- haberdar olduğun¬da, ona karşı tepkisini göstermeye de kadir iken susmuşsa bakılır: Eğer o fiili işleyen kimse inançsız ise ve Rasûlullah (s.a.) da onun inançsızlı¬ğını biliyor ve bu yüzden sükut etmişse, bu durumda sükûtunun bir hükmü olmaz. Çünkü, o anda o kimsenin Rasûlullah'm (s.a.) müdaha¬lesinden bir fayda elde etmeyeceği bellidir.
Eğer fiili işleyen kimse kâfir değilse ve o fiil daha önce âmm bir delil ile haram kılınmış ise, o takdirde RasûluUah'ın (s.a.) onaylamış olduğu fiil, önceki haramlık hükmünün tahsisi anlamına gelir. [168]
Eğer daha önceden haram kılınmamış bir fiil ise, o takdirde onun caiz olduğunun bir delili olur. Aksi takdirde beyânın ihtiyaç anından geriye atılması[169] gibi bir durum meydana gelir. Böyle bir durum şeriatta vaki değildir.
Eğer fiil karşısında sükut yanında sevinç belirtisi de göstermişse, o zaman bu davranışın cevaz hükmüne delaleti daha da açık olur.
Rivayete göre, sabah ezanındaki "es-Salâtu hayrun mine'n-nevm" uyarı cümlesini Bilâl (r.a.) kendisi eklemiş, Rasûlullah (s.a.) da onu memnuniyetle karşılamış ve böylece bu cümle dinî şîârm bir parçası haline gelmiştir. [170]
Ancak Rasûlullah'm (s.a.) fiil karşısında gösterdiği sevincin bizzat o fiilin kendisi için değil de, onunla ilgili bir başka durumdan kaynak¬landığını gösteren bir belirti olursa o zaman durum farklı olur. Müdlicli kâif[171] hadisinde olduğu gibi. [172] Bu zat Rasûlullah'm (s.a.) yanına girmişti. Bir de baktı ki Üsâme b. Zeyd (r.a.) ile Zeyd b. Harise (r.a.) bir örtü altındalar ve örtü başlarını örtmekte, ayakları da aşağıdan gözük¬mekte. Onların ayaklarını gören Müdlicli kâif: "Bu ayaklar birbirin-dendir" demişti. [173]Hz. Âişe bunun sonrasında Rasûlullah'm (s.a.) se¬vinçli, yüzü ışıl ışıl yanına geldiğini ve olanları kendisine haber verdiğini söyler. [174]
Rasûlullah'm (s.a.) bu sevinci belli ki, beyaz tenli olan baba Zeyd ile son derece siyah olan oğlu Üsâme[175] hakkında ileri sürülen iftiraları reddedici mahiyette ohışundandı. Çünkü Araplar kaillerin sözlerine itibar ederlerdi. [176] Bununla birlikte, kâifln ayaklara bakarak hüküm vermesine ses çıkarmamıştı. Bu yüzden daha sonraki gelen -Evzâî, Leys, İmam Şâfıî, İmam Ahmed, Ebû Sevr gibi- çoğu mezhep imamları, onun bu onayına dayanarak nesebin kâifîn beyânı yoluyla da sabit olabileceği görüşünü benimsemişlerdir.
Bir başka örnek:
Abdullah b. Muğaffel anlatır: Hayber gününde bir tulum dolusu içyağ elime geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir şey vermeyeceğim!" dedim. Bir de baktım Rasûlullah (s.a.) yanımda tebessüm ederek duruyordu. [177] Abdullah, Rasûlullah'tan (s.a.) utan¬dığını da söyler. [178]
iiid.Rasûlullah'm (s.a.J ikrarının hükmü:
İmam Şâtıbî bu konuda (özetle) şöyle der:
İkrar, Rasûlullah'm (s.a.) görüp de onayladığı ya da işitip de ses çıkarmadığı fiillerde la harace fîh anlamına gelir. Bunun altına ise vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok' anlamlarında olan mubah girer. Mekruh ise onun kapsamına girmez. Çünkü Rasûlullah'm (s.a.) mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olamaz. Çünkü mekruhun işlenmesi yasaklan¬mıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün değildir. [179] saflığını yitirmiş ve bozulmuş; hak, bâtıl ile karışmıştır, cehalet, şirk ve küfre esir olunmuştur.[180]
i. Cahiliye Dönemi:
Rasûlullah'm (s.a.) gönderildiği sırada cahiliye dönemi insanları, peygamberlerin gönderilebileceği esasını kabul ediyorlar, yapılan amel¬lerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı, temel iyiliklere itikatları mevcuttu, ikinci ve üçüncü türden irtifakları[181] biliyorlar ve bu yolda aralarında muameleler yürütüyorlardı.
Cahiliye döneminde elbette fâsıklar ve zındıklar da vardı, şu kadar var ki onlar, yoldan tamamen çıkmış ve uzaklaşmış da değillerdi; aleyh¬lerine hüccet ikâme edilebilecek düzeyde hayır ve şer telakkisine sahip¬tiler.
Cahiliye döneminde Allah Teâlâ'mn, gökleri, yeri ve bunlar ara¬sında bulunan her şeyi yaratmada, büyük işleri idare etmede herhan ı bir ortağının olmadığına inanılır, hiçbir kimsenin onun hükmünü geri çeviremeyeceğine, takdir buyurması ve kesin hükmetmesi halinde O'iıun kazasını önleyecek bir manianın olmadığına itikat edilirdi. Şu âyet-i kerîme bu temayı işlemektedir:
"Andolsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah...'derler. [182]
"Bilakis yalnız Allah'a yalvarırsınız. [183]
"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. [184]
Buna karşılık melekleri ve bazı rahanîleri, sultanlar sultanına nis-betle etrafında bulunan küçük krallara, hışmından yanma yaklaşıla-mayan hükümdara nisbetle şefaatçi ve nedimlere benzetirlerdi. Bu inan¬cın çıkış yeri, şeriatların, işlerin meleklere havale edilmiş olduğunu, mu-karrabûn mertebesine ulaşmış insanların dualarının kabul olunduğunu ifade etmiş olmasıdır.
Cahiliye dönemi insanları Allah Teâlâ'yı yüce zatma yakışmayan
Vaöiy-akıl dengesi açısından sünnet
nitelemelerden tenzih ederler, isimleri hakkında ilhâda (küfre) girmeyi haram sayarlardı. Ancak, Allah Teâlâ'nın melekleri kızlar edindiği inan¬cına sahiptiler. Onlara göre güya Allah Teâlâ, -aynen hükümdarların istihbarat için casuslar göndermesi gibi- melekler göndermekte ve onlar aracılığıyla vakıf olmadığı bilgilere ulaşmakta, yeryüzünde olup bitenleri onlar vasıtasıyla öğrenmekteydi.
Kadere olan imanları tamdı. Allah Teâlâ'nın, bütün olacakları henüz olmadan önce takdir etmiş olduğuna inanırlardı. Bu konuda Hasan el-Basrî'nin (110/728) sözü şöyledir: "Cahiliye dönemi insanları, hitabelerinde, şiirlerinde kaderden bahsedegelmişlerdir ve şeriat bu ko¬nuda onların inançlarım teyit etmenin ötesinde yeni bir şey getirme¬miştir".
Onlar, Allah Teâlâ'nın kullarını dilediği şeyle yükümlü tuttuğuna, bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri ise haram kıldığına, kulları yaptıkları iş¬lerden dolayı sorguya çekeceğine; iyi ise iyi, kötü ise kötü karşılık vere¬ceğine inanırlardı.
İnançlarına göre Allah Teâlâ, bazen lütfü ve keremi sonucu kul¬larına kendilerinden bir adamı peygamber olarak gönderirdi. Kur'ân'da, "De ki: Musa'nın getirdiği kitabı kim indirdi?![185] buyrulması, müş¬riklerin, "Bu ne biçim peygamber ki (bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor[186] şeklindeki itirazlarına, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değiliml[187] şeklinde cevap verilmesi onların peygamberlik kurumuna inandıklarını gösterir.
Bilgi kaynağı olarak en çok önem verdikleri şeyler, rüya ve ken¬dilerinden önce gelen peygamberlerin haberleriydi. Zamanla işin içine kehânet, oklarla yapılan falcılık ve uğursuzluk telakkisi girdi. Aslında onlar, bunların dinden olmadığını da biliyorlardı. Nitekim hadiste gel¬diği üzere, Rasûlullah'ın (s.a.), Hz. İbrahim (s.a.) ve Hz. İsmail'in (s.a.), ellerinde oklar olduğu halde yapılmış resmini gördüğünde: "Onlar çok iyi biliyorlar ki, bu peygamberler asla ok-falına bakmamışlardır[188] buyurması, bunu ortaya koymaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, müşrikler, her ne kadar doğru yoldan uzak¬laşmış idiyseler de, kendilerinde hâlâ mevcut kalan bilgi kalıntıları ile, ilzam edilecek bir durumda bulunuyorlardı. Onların meşhur hatiplerin¬den meselâ Kus b. Sâide, [189]Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'e baktığımızda, Artır
b. Luhayy'dan önceki dönemlerde yaşayanlarla ilgili haberleri incelediği¬mizde, bunu açık ve geniş biçimde görürüz. Dahası onların haberleri Üzerinde derinlemesine durup, iyice araştırdığımızda, onlardan faziletli kimselerin hikmet sahiplerinin (hukemâ)[190] âhiret inancına sahip ol¬duklarını, yazıcı meleklerine... vb. inandıklarını, lâyıkı veçhile tevhidde bulunduklarını görürüz. Meselâ, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl şiirinde şöyle
demişti:
"Kulların hata ediyorlar, sen Rabsin,
Ölüm ve her türlü hüküm iki elindedir senin"
Yine o şöyle demişti:
"Tek bir Rabbe mi yoksa bin rabbe mi tapayım, işler dağılıp yolundan çıktığı zaman,
Ben Lât, Uzzâ terkettim hepsini, böyle yapar aklı başında olan".
Rasûlullah (s.a.), Ümeyye b. Ebî's-Salt hakkında; "Şiiri iman et-miş, fakat kalbi iman etmemiştir" buyurmuştur. [191]Onların sahip oldukları bu inanç, Hz. İsmail'in (s.a.) şeriatından tevarüs edegeldikleri şeylerden olmaktadır. Ehl-i kitaptan da bazı bilgi¬ler almış idiler.[192]
ii.Cahiliye Döneminde Mevcut Hanif Dininden Tevarüs Olunagelmiş İbadetler:
Cahiliye dönemi insanları Hanîflikten[193] tevarüs olunagelen bazı ibadet şekillerine sahip bulunuyorlardı. Bu meyanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak, bilinen ve uygulanagelen bir âdetti.
Sünnet olmak ve fıtrat özelliklerinden olan diğer şeyler[194] de aynı şekilde bilinmekteydi.
Abdesti, mecusîler, yahudîler ve daha başkaları bilirlerdi. Arap bil¬geleri (hukemâ) de aynı şekilde abdest almasını bilirlerdi.
Namaz da vardı. Ebû Zer (r.a.), henüz Rasûlullah'a (s.a.) gelmeden üç sene önce namaz kılardı. Kuss b. Sâide el-Eyâdî, namaz kılardı. Ya-hudî, mecusî ve Araplarca kılınan namaz, özellikle secde gibi bazı saygı ifade eden fiillerden, dua ve zikirlerden oluşuyordu.
Zekâtı da biliyorlardı. Bu meyanda misafirleri ve yolcuları ağırlar¬lar, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunurlar, yoksullara sadaka verir¬ler, sıla-ı rahim yaparlar, musibetlere duçar olanlara yardımda bulunur¬lardı. Onlar, bu işleri yapanları överler, bunları, insanın kemâl halinin ve mutluluğunun gereği sayarlardı.
Hz. Hatice (r.a.), vahyin ilk gelişinde kocasına şöyle demişti: "Al¬lah'a yemin ederim ki, O, seni asla yalnız bırakıp rezil etmez. Çünkü sen, akraba hakkını gözetirsin, misafir ağırlarsın, kimsesiz düşkün kim¬seleri kollarsın, hakka ve mazlumlara destek olursun". Benzeri bir sözü İbn ed-Dağna[195] da; Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk için söylemiştir.
Fecirden başlayarak, güneşin batışına kadar süren oruç ibadetini de biliyorlardı. Kureyş, cahiliye döneminde Aşure orucunu tutmakta idi. [196]
Mescidde itikâfa çekilmeyi de bilirlerdi. Hz. Ömer (r.a.), cahiliye dö¬neminde bir gece itikâfta kalmayı adamış, daha sonra Rasûlullah'tan (s.a.), ne yapması gerektiğine dair bilgi istemişti.
As b. Vâü, kölelerinden falan, falan kişilerin azad edilmesini vasi¬yet etmişti.
Allah'ın evini haccetmek, nişanelerine ve haram aylara saygı gös¬termek konusuna gelince, bu konuda durum son derece açıktır.
Kısacası cahiliye döneminde insanlar, her tür ibadet şekliyle kul¬lukta bulunuyorlardı. [197]
Onlar çeşitli rukye (afsun) ve istiâzelere sahiptiler. Ne var ki bun¬lara şirk de katmışlardı.
Boğazdan (zebh) ve (develeri) göğüsten (nahr) boğazlama işlemini bilmekte ve uygulamakta idiler. Hayvanları boğarak ya da karınlarını yararak öldürmezlerdi.
Onlar, yeme, içme, giyinme, ziyafet, bayram, ölülerin gömülmesi, nikah, talâk, iddet, yas tutma, alış veriş ve diğer muameleler gibi her türlü davranışlarla ilgili uyulması istenilen kurallara sahiptiler ve uy¬mayanları kınıyorlardı.
Kızlar, anneler, kızkardeşler gibi yakın akrabalarla evlenmeyi ha¬ram sayıyorlardı.
Haksızlıklar karşısında alınmış önlemler/cezalar vardı. Kısas, diyet, kasâme hükümleri, zina ve hırsızlık cezalan bulunuyordu. Kisra ve Kayserlerden edinmiş oldukları, üçüncü ve dördüncü türden ihtiyaçlar ve bunların karşılanması için gerekli yollara (irtifaklar) dair bilgilere sahiptiler. Ancak zamanla esaret, yağma, zinanın yayılması, fasit ni¬kahların ortaya çıkması, riba... gibi her türlü fasıklık ve haksızlıklar girmişti. Namazı ve zikri terketmişler, onlardan yüz çevirmişlerdi.
işte onlar bu halde iken dini aslına irca etme amacıyla Rasûlullah (s.a.) gönderildi. O, Arap ulusunda mevcut bulunan her şeyi gözden geçirdi. Bunun sonucunda hak dinden kalan ve bozulmamış bulunan şeyleri olduğu gibi bıraktı ve onların korunmasına hükmetti. Sebepleri, vakitleri, şartları, rükünleri, âdabı, bozucu şeyleri, ruhsat ve azimet, eda va kaza hükümlerini belirtmek suretiyle ibadetlere açıklık getirdi, onları munzabıt hale koydu.
Günahları, onları oluşturan unsurları belirtmek suretiyle açıkladı. Onlar için, hadler, caydırıcı hükümler, keffâretler koydu.
Terğîb ve terhîb yoluyla dini kolaylaştırdı ve sevdirdi.
Günaha götürecek yollan kapadı. Hayra götürecek yolları teşvik etti. Hanif İslâm şeriatının yayılması ve diğer şeriatlara üstün kılınması için elinden gelen her şeyi yaptı.
Mevcut bulduğu tahrifleri ortadan kaldırdı ve bunda aşırı bir gayret gösterdi. İhtiyaçların karşılanması için tutulan yollardan uygun olanla-nnı kabulle karşıladı, onlann devamını emretti. Kötü töreleri, yanlış davranış kurallarım yasakladı, onları kendi hallerine bırakmadı.
Devlet başkanlığını {hilâfet-i kübrâ) üstlendi. Beraberinde olan¬larla birlikte, İslâm'a karşı duranlarla cihad etti. Düşmanlann hoşuna gitmese bile, din tamam oluncaya kadar bu mücadelesine devam etti.[198]
Biz, konuyu vereceğimiz bir bibliyografya ile kapatmak istiyoruz. [199]
b) Rasûlullah'ın (s.a.) Şûra Yoluna Başvurması:
RasûluUah (s.a.) olaylar karşısında ilke olarak aceleci davranmayıp vahyin gelmesini beklerdi. Buna rağmen vahiy gelmediği zaman özellikle önemli konularda, "onlara iş (emr) konusunda danış![200] buyruğu gere¬ğince ashabı ile istişare[201] yoluna giderdi.
"Akılların aşılanmas-ı[202] demek olan şûra, esas itibariyle farklı görüşlerin ortaya konulması esasına dayanır.[203] Danışma konumunda olan kimse, her türlü güvenceye sahip[204] olması gereken danışma üyele-rinin ileri sürdüğü görüşler arasından en uygun olanını seçer. Tabiî söz konusu olan îslâm'sa, seçilecek görüşün Kur'ân'ın ruhuna, amacına, onun izlediği teşri siyasetine en uygun olması gerekir.
RasûluUah (s.a.) vahiyle müeyyeddi; bununla birlikte hemen her alanda istişareye büyük önem verir, böylece bunun bir esas olarak üm¬mete hem öğretilmesini, hem de alışkanlık olarak kazandırılmasını amaçlardı. [205]O ibadetlerin düzenlenmesi dinî şeâirin belirlenmesi[206] gibi konularda dahi istişare etmiş, şûranın islâm'ın önemli bir umdesi olduğunu bizzat kendi uygulamasıyla göstermiştir. İnsanları görüş bil¬dirmeye, i'mali fikirde bulunmaya (içtihada) teşvik etmiş, bu halde yanılmaları halinde dahi mecur olacaklarını[207]bildirmiştir. [208]
O, bu tutumu yüzünden ilâhî uyarıya da uğramıştır; [209] ama olsun, ümmetinin özellikle yönetimle ilgili alanda bu ilkeyi öğrenmiş ve -bırakınız kendilerinden farklı olmayan yöneticileri- vahiyle müeyyed peygamberleriyle dahi bunu bilfiil icra etmiş olmaları RasûluUah (s.a.) için çok daha önemliydi. Rasûlullah'ın (s.a.) şûra esnasında ileri sürülen görüşlerden birini uygulamaya koyması yüzünden zaman zaman ilâhî itaba maruz kalmasına rağmen -ki bu daha iyisi varken, iyiyi almak kabilinden sayılabilir- bu usûlü sürdürmesi, onun bununla aynı za¬manda memur olduğunun da bir delilidir.[210]
1. Namaz çağrısı ezanın tesbiti:
Rasûlullah (s.a.), namaza çağrı gibi çok Önemli olan ve ileride is¬lâm'ın en belirgin şiarı haline gelecek olan ezanın belirlenmesi için as-habıyla istişare etmiş ve onların bu konudaki tekliflerini almıştı. Yapı¬lan teklifler tartışıldı ve tam bir karar almamadan toplantı dağıldı. Sonra Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'nin "hak rüya[211]sma dayalı olarak - aynı rüyayı başka sahabîler de görmüşlerdi- bu gün icra edilmekte olan ezan -vahyin de onayı ile- İslâm çarısı olarak kararlaştırılmış oldu. [212]
2. Aile hayatıyla ilgili bir örnek:
Sevgili eşi Hz. Âişe (r.a.) validemize çirkin bir iftira atılmıştı (ifk hadisesi). Medine bu haberle çalkalanmış, mü'minler çok üzülmüş, mü¬nafıklar ise içten içten sevinmişler ve bu asılsız haberi körüklemişlerdi. Rasûlullah (s.a.) tam bir ay boyunca vahiy beklemiş, fakat vahiy bir türlü gelmemişti. Bunun üzerine yakınlarından olan Hz. Ali (r.a.) ile Üsâme'ye (r.a.) danışmış, onlara ne yapması gerektiğini sormuştu. Hat¬ta minbere çıkıp konuyu diğer müslümanlara da açmış nasıl davran¬ması gerektiği hakkında onlarla isitişarede bulunmuştu. [213] Bütün bunlardan sonradır ki, Yüce Allah, bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de validemizi temize çıkarmıştı. [214]
3. Yönetimle ilgili konularda istişare ederdi.
Bilindiği gibi islâm'da yönetim meşveret (şûra) esası üzerine kurulmuştur. [215] Şekli zamanla insanların tercihine bırakılmıştır, fakat önemi Kur'âm Kerîm'de defalarca vurgulanmıştır:
"Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak dav-randın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever[216]
"Onların işleri aralarında danışma iledir. [217]
"Oysa onlara (karar verildikten sonra) itaat etmek ve (müzakere esnasında) uygun olanı söylemek yaraşırdı. Ve umûmî iş (emr) husu¬sunda bir karara varıldığında Allah'a gerçekten sadakat ve doğruluk gö'sterselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. [218]
Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah'ın (s.a.) Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar hakkında istişare ettiğini biliyoruz. [219]
Hendek savaşının sona erdirilmesi amacıyla Medine hurma mah¬sulünün bir kısmının, savaş alanını terketmeleri karşılığında Fezâre oğullarına verilmesi konusunda Sa'dlerle (Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâ-de) istişare etmiş ve onların görüşü doğrultusunda hareket ederek kendi düşüncesinden vazgeçmişti. [220]
Rasûlullah'ın (s.a.), şûraya götürmekle memur olduğu[221] konular, elbette ki hakkında vahiy bulunmayan konulardı. [222] Hakkında vahiy bulunan konularda, vahyin gereğini yerine getirmek zorundaydı. Nitekim ifk hadisesinde, iftiracılara had cezası tatbik etmiş, istişare sonucu ileri sürülen fikirlere aldırmamıştı. [223] Keza o, azmettikten sonra, kararın¬dan dönmemekle de memur bulunuyordu. [224]Uhud savaşı öncesi yapılan şûrada, kendi reyi Medine'de kalıp savunma savaşı yapmaktı; fakat özellikle gençler düşmanla dışarıda karşılaşmak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) sonunda dışarı çıkmaya karar verdi ve zırhını giydi. Sonra ashap, belki yanlış yaptıkları düşüncesiyle Rasûlullah'tan (s.a.) Medine içinde kalmasını istedilerse de, artık karar verilmişti; Allah ne takdir etmişse onu göreceklerdi. [225]
Vahîy-akıl dengesi açısından sünnet[226]
c) Rasûlullah'ın (s.a.) Bireysel Çözümleri Onaylaması Ve İçtihada Teşvik Etmesi:
Rasûlullah (s.a.), gerek huzurunda ve gerekse gıyabında sahabece yapılmış bulunan kişisel çözümlere muttali olur ve eğer bir sakınca görmezse onları onaylardı. Onun bu onaylaması arkasından herhangi bir uyarı gelmezse, artık o da sünnet kabilinden sayılırdı. Biz bunlara Rasûlullah'ın (s.a.) "ikrâr"ı diyoruz. Onun ikrarı tasvip etmesi, uygun görüp onaylaması ve en azından o şeyin "bir sakınca olmayan şey" ol¬duğu anlamlarına gelir.[227]
Rasûlujlah (s.a.), ashabının meseleler karşısında mevcut Rur'ân ve sünnet esasları ışığında kendilerinin bir çıkış yolu bulmaları gerektiğine inanıyordu. Zira olaylar, problemler sonsuz niteliklidir. Oysa ki şeriatın getirdiği hükümler nihayet sınırlıdır. Bu durumda her halükârda içti¬hada ihtiyaç bulunmaktadır. Zaten îslâm şeriatının son şeriat olması da bununla izah edilmektedir. Yani îslâm ve onun yüce peygamberi, bizzat teşvik ederek ve hatta fiilî tatbikatını yaptırarak mü'minleri bu yola teşvik etmiş ve hazırlamıştır. Zira hayatın durmayacağı, hep yü¬rüyeceği gerçeği karşısında hazır vahiy devrinin de sona erdiği bir dönem için bu vazgeçilmez bir esastı. [228]
işte bu noktadan hareketle Rasûlullah (s.a.), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz'dan, Kitap ve sünnete başvurduktan sonra "Ictihâd ederim ve kendimi çaresiz görmem" şeklinde aldığı cevaptan fevkalâde memnun olduğunu ifade etmişti. [229]
Rasûlullah'ın (s.a.) gıyabında ashabın ictihâd ederek hareket ettik¬lerinin örnekleri çoktur. Meselâ Kureyza Oğullan'nın kuşatılması doğrul¬tusunda Rasûlullah'ın (s.a.), "Hiçbir kimse Benî Kureyza yurduna var¬madan ikindi namazını kılmasın!" şeklindeki emri karşısında, ashaptan kimisi emrin zahirine uymuş, kimi de kendi ictihâdlarınca emrin asıl maksadına itibarla, namazı geçirmemek için yolda kılmıştı.[230]
Amr b. As, Zâtusselâsil gazvesinde geceleyin cünüp olduğunda, "Kendinizi öldürmeyiniz! Şüphesiz Allah size karşı çok merhametli[231] âyetinden hareketle soğuk suyla yıkanmamış, arkadaşlarına sabah namazını teyemmüm alarak kıldırmıştı. Rasûlullah (s.a.), bunu öğrendiğinde gülerek karşılamış, bir şey dememişti. [232]
Rasûlullah (s.a.) kendi huzurunda da ashabın içtihadına izin ver¬miş, [233]onları teşvik: etmişti. [234]
Kureyza Oğulları hakkında hüküm vermesi için Sa'd b. Muâz'ı görevlendirmişti. [235]
Bir defasında Rasûlullah'a (s.a.) birbirinden şikayetçi iki kişi gelmişti. Rasûlullah (s.a.), Amr b. el-As'a: "Şunlar hakkında hüküm ver!" buyurdu. Amr: "Sen varken ben nasıl ictihâd ederim; sen hüküm ver-meye benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullah (s.a.) ona: "Evet ded¬iğin doğrudur, bununla birlikte senin hüküm vermeni istiyorum" buyur¬du. Amr, "Eğer aralarında hüküm verecek olursam bana ne var?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.) da, "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana on ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata eder¬sen sana bir ecir vardır[236] buyurdu.
Zamanla Medine'de yönetimle ilgili işlerin artması ile, Rasûlullah (s.a.), hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu yetkilerden bir kısmını, as¬haptan liyakatli gördüğü kimselere devretme yolunu tutmuş, kazâî hu¬susu hemen hemen tamamen onlara tevdi eylemiş, kendisi sadece temyiz yetkisini kullanmakla yetinmişti.[237]
Şakir Berki, çok önemli ve enteresan bulduğu bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
Hz. Peygamber devrinde de hakimler için ictihâd kapısı kapalı değildi. Yani bir hakim (kadı) kendisine arzedilen ihtilâfı hal için Kur'ân'da hüküm bulunmazsa ve hadiste de olmasa Hz. Peygamber'e müracaat ederek, müşkil durumda kaldığını, davanın onun tarafından hükme bağlanması lâzım geldiğini ileri sürüp, ihtilâfı Hz. Peygamber'e havale edemez veya keyfiyeti ona sorup verilecek hükmün nasıl olması lâzım geldiğini resmen isteyemez. Kendi şahsî içtihadı ile hükmetmeye mecburdur. [238]Bu husus ayrıca Roma hukukundan ayıran önemli bir farktır. [239]
Rasûlullah'm (s.a.) bu anlayışı sonucu, bizzat kendi döneminde as¬hap içerisinde sürekli fetva vermekte olan güzide ilim adamları yetiş¬mişti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhum) muhacirlerden, Übeyy b. Ka'b, Muâz b. Cebel, Zeyd b. Sabit (r. anhum) ensârdan olmak üzere bu seçkin kimselerdendi. [240]
Rasûlullah (s.a.), kanaatimizce bu teşvikin bir uzantısı olarak içti¬hada dayalı verilmiş hükümleri -eğer vahyin belirlediği esaslara uygunsa- bozmuyordu. [241] Bazen de Sa'd'm hükmünde olduğu gibi "Allah'ın hükmüyle hükmettin[242] gibi ifadelerle onları taltif etmiştir.[243]
i.Vahye Başvuru Ve İctihâd Arasında Denge:
Bu örneklerin yanında meselelerin Allah'a ve Rasûlullah'a (s.a.) götürülmesini emredşn, [244] heva ve heveslere uyulmasını yasaklayan[245]nassların mevcudiyetini de -zaten bir esas olmak üzere- bilmekteyiz. Rasûlulİah'm (s.a.) uzakta bulunanlardan, kendilerinin bir mesele ile karşılaşmaları halinde kendisine yazmalarını emrettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır. Meselâ bu konudaki îbn Mâce'nin rivayeti şöyledir:
Muâz b. Cebel anlatır: Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönder¬diğinde, "Sakın ha bilmeden bir hüküm ya da yargıya varmayasm! İçin¬den çıkamadığın bir şeyle karşılaşırsan; onu aydınlatana kadar bekle, yahut da o konuda bana yaz!.[246]
Hadisin, konu ile ilgili diğer rivayetlerden farklı olmasına rağmen, sahih olduğunu varsaydığımızda kanaatimizce bu konuda da bir denge¬nin korunmasının gerektiğini âmir olmaktadır. Şöyle ki, her şeyden önce ictihâd için bir alan bulunmaktadır. Vahiy bizlere çerçeve hükümler vermekte, ilke ve esasları belirlemekte, amaçları göstermektedir. Bu çer¬çeve dahilinde karşılaşılan olayların hukukî yerlerine oturtulması gere¬kecek, yargıda bu esaslar dahilinde hüküm verilecektir.
İşte bu işlem yapılırken, yani cüzî olayların külli esaslar ve nassîar karşısındaki konumu tespit edilirken aceleci davranılmaması, mutmain olunmadan karar verilmemesi, hükmün behemehal iyice temellendiril-mesi gerekmektedir. Bu aşamada yapılacak ictihâd gereklidir ve teşvik dahi edilmektedir.
Eğer karşılaşılan mesele çok karmaşık ise, onu basite irca için beklenmeli, üzerinde diğerlerine nisbetle daha fazla durulmalıdır. Eğer konunun temellendirilmesinde gerekli ilke ve esaslarda, çerçevede bir boşluk olduğu gözükürse, o zaman da vahye ve onun temsilcisi olan pey¬gambere başvurmak gerekecektir. Böylece arzulanan denge de kurulmuş olacaktır. Rasûlullah'ın (s.a.), Kitap ve sünnete başvurduktan sonra ictihâd edeceğini ve kendisini çaresiz görmeyeceğini söyleyen, bunlarda bir şey bulamadığı zaman size yazarım demeyen aynı Muâz'ı memnu¬niyetle karşılaması[247] meseleyi bu şekilde değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse, eğer mesele vahiyle ilgili ise yani bir meselenin ibtidâen konulmasını ya da bir usûl, bir esas, bir ilke, bir hedef belirlenmesini gerektiren bir alanla ilgili ise, o zaman zaten Rasûlullah (s.a.) da vahyi beklemek durumundadır. Dolayısıyla ashabın da elbette ki kendilerini aşan bu gibi konularda vahye ve vahyin tem¬silcisi durumunda olan Rasûlullah'a (s.a.) başvurmaları gerekecektir.
Yok böyle değil de uygulama mahiyetinde ise, bir yargıyı, bir tedbiri gerektiriyorsa, dinin günlük yaşantıya aktarılmasında bir çıkış yolu aranıyorsa o zaman ashap, Rasûlullah'tan (s.a.) da aldıkları cesaret¬lendirici teşvikle bu gibi alanlarda ictihâd etmişler ve bunda bir sakınca da duymamışlardır. Dinin yaşanılabilirliği de zaten bu anlayışa bağ¬lıdır. Her şeyi en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymayı ilke olarak benimsemeyen vahyin istediği de budur.[248]
d) Rasûlullah'ın (s.a.) Kendi Re'y Ve İçtihadı:
Rasûlullah (s.a.), olaylar karşısında eğer mevcut vahiylerde bir çö¬züm bulamamış ve belli bir süre de geçtiği halde vahiy gelmemişse, o takdirde re'y ve içtihadı[249] ile hareket ederdi.[250]
i. Rasûlullah'ın (s.a.), İçtihadının Tabiî Ve Vahyin Amacına Uygun Olduğu:
Rasûlullah'ın (s.a.), sözünü ettiğimiz bu şartlarla ictihâd etmesi çok tabiî ve vahyin amacına uygun bir tavırdır. Onun içtihada olan ihtiyacı diğerlerine nisbetle daha çoktu. [251] Zira vahiy -Kur'ân'da da ifade edildiği gibi[252]insanlık için gerekli bütün tafsilatı vermemektedir. Zaten verecek olsa, o zaman rahmet olmaktan çıkar, hâşâ insanlığa bir yük ve zahmet olurdu.
Vahyin amacı, belli bir tekamülden sonra insanların artık kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamak ve belirlenen hedefe doğru, çizilen yolda, verilen usûl ve ilkelerle yol almalarını sağlamaktır. Vahiy nazarî esaslar vermekte, bunun hayata geçirilmesini ise Rasûlullah (s.a.) ve ümmeti gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.), vahiy meleği elinde bir kukla gibi değildir. [253]Elbette ki uygula¬mada pek çok problemlerle, pek çok olaylarla, sayısız ayrıntılarla karşı¬laşılır, îşin tabiatı budur. Bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) ve ondan sonra onun yerini alacak olan "peygamber varislerV'mn (ulemâ), nazarî esasları hayata uyarlama anında bazı yetkiye sahip olmaları, re'sen bazı karar alabilmeleri pek tabiîdir. Nasslarm sınırlı, olayların ise sınırsız nitelik ve nicelikte oluşu bunu gerektirir.
Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd etmesini gerekli kılan bu gerekçeye kar¬şılık, onun cevazına mani herhangi bir şey de yoktur; zira bu had¬dizatında ne muhaldir, ne de muhale ya da mefsedete götürecek bir şeydir. [254]
İçtihada dayalı görüş beyân etmek, ne Hz. Peygamber (s.a.) ne de sonraki müctehidler için "hevâ ve hevese uyma" anlamına gelemez, [255]
ii. Rasûlullah'ın (s.a.) İctihâd Alanı:
Gazzâlî'nin de ifade ettiği gibi Rasûlullah'ın (s.a.), idarî, siyâsî, iktisadî kararlar alma... gibi dünyevî konularda ictihâd etmesinin caiz olduğunda görüş ayrılığı bulunmamaktadır; [256] ihtilâf sadece dinî konu¬larda da ictihâd yapıp yapamayacağı hakkındadır. [257]
Çoğunluk, peygamberlerin[258]ve bu meyanda bizim Peygamberi¬mizin (s.a.), dinî konularda da ictihâd etmelerinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Zira ictihâd, peygamberlerden başkası hakkında caiz olunc-a, onlar için caiz olması evleviyyette kalır. [259]Çünkü onlar, ictihâd için gerekli olan şartlara herkesten daha çok sahiptirler.
Gazzâlî[260] "usûlde değil de furû da ictihâd edebilir" der, Serahsî ise, "içtihadın müsbit değil muzhır olduğu[261]ilkesinden hareketle olmalı, bir hükmü ibtidâen re'y ve içtihadıyla koyamayacağını, ancak vahiy yoluyla koyabileceğini belirtir; ictihâd yoluyla ancak daha Önce vahiy yoluyla ibtidâen konulmuş olan hükümlere benzerlerini katma şeklinde icrayı faaliyette bulunabileceğini söyler. [262]
Rasûlullah'm (s.a.) içtihadının fiilen vuku bulmuş olması da cevaz için en büyük delildir. [263]
iii. Rasûlullah'm (s.a.) İçtihadının Şartı Ve Şekli:
Rasûlullah'm (s.a.) içtihadının vahye istinat etmesi şart değildir; [264] o konuda mevcut vahiy bulunmaması ve bir süre de vahyi beklemiş olması yeterlidir. [265]
Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa adlı eserinde Rasûlullah'm (s.a.) içti¬hadının, maslahat ve mazinnelerİ (yani hükme mesnet teşkil edecek hususları, gerekçeleri) bilmek, haramlık ve mekruhluk hükümlerini onlara bağlamak şeklinde olduğunu söyler[266]
Bir başka yerde de şöyle der:
Allah Teâlâ, peygamberine şer'î bir hükmü vahyeder ve o hükmün sebep ve hikmetine onu vakıf kılar. Bu durumda peygamber, o masla¬hatı esas alarak ona bir illet belirleyebilir ve onu hükme medar kılabilir, îşte bu, Rasûlullah'm (s.a.) kıyası olmaktadır. Ümmetinin kıyası ise, nass ile belirlenmiş bir hükmün illetini bilmeleri ve onu hükme medar yapmalarıdır. [267]Bunun örneği, Rasûlullah'm (s.a.) sabah, akşam ve uyadama: "Onu dök!" diye emreder. Adam: "Müsade edebilir misin onu İçeyim, bir daha içmeyeyim?!" der. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Peki onu iç, fakat bir daha tekrarlama!" buyurur.[268]
Eğer bu konu gerçekten vahiyle ilgili bir alan olsaydı, o zaman Ra¬sûlullah'm (s.a.) bu tavrı göstermesi mümkün müydü? Vahiy alanına giren durumlarda kendisine yöneltilen bir soru karşısında yahut bir olay anında durup beklediğini, biraz da konunun mahiyetine göre hemen cevap vermeye kalkmadığını bilmekteyiz. Hal böyle iken, burada olduğu gibi Rasûlullah (s.a.) re'sen hareket edebiliyor, sözünü ya da fiilini değiş¬tirebiliyor sa, daha da önemlisi bundan dolayı vahyin uyarı ve tashihi ile karşılaşmıyorsa, bu söz konusu şeyin onun takdir alanına, peygam¬berlik yetkisine bırakılmış olduğunu gösterir.[269]
a) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân'a Ekleme Yapamaması:
Bu konuda sözü uzatmayacak sadece şu âyetle yetineceğiz: "Kur'ân, alemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamaz¬dınız. [270]
Âyet, konu ile ilgili son derece açıktır. Ancak buradaki eklemeden maksat, beyân ya da yorum anlamında olmayıp, vahye kendi sözünü sokuşturmak, Allah'a (c.c.) iftirada bulunmak, [271]risâlet görevi ile ilgili yapması gerekenleri yapmayıp, yapmaması gerekenleri yapmak, kısaca vahiy üzerinde oynama yapmak anlamındadır.[272]
b) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân Vahyini İlga Edememesi:
Rasûlullah (s.a.), Kur'ân vahyini tebliğ etmekle memur biri sıfa¬tıyla, onu ilga ve iptal etme yetkisine asla sahip değildir.
Kur'ân'da ilga ve iptal anlamında[273] mensûh âyet olama¬yacağını, onun nihâî plarak bir anlam ifade etmeyen nasslar içerme¬diğini, onda yer alacak her buyruğun, mutlaka uygulanacağı bir zaman ve mekanın (ortamın) bulunduğunu ve bulunacağını, birbiri ile çelişir gibi gözüken âyetlerin -eğer varöa- aslında çelişmediğini, aksine birbir¬lerini tamamladığını, aynı konu etrafında olan bu âyetlerin, o konuyu farklı açılardan ele aldığını, dolayısıyla Özde ve esasta âyetler arasında bir çelişmenin olamayacağını bir ilke olarak kabul edenlere -ki biz de aynı inancı taşımaktayız- karşılık, Kur'ân âyetlerini sünnetin dahi neshedebileceğini kabul eden görüşler vardır.[274]
Tabiî iş bu noktada da kalmamış, daha sonraki uygulamaların[275] daki bir anlamında uygulama da sünnet sayılmaktadır- Kur'ân âyetlerini neshettiği şeklinde açıklamalar görülür olmuştur. [276]
Neshin olabilmesi için, telif imkânın bulunmaması gerekir. Biz ilke olarak vahiyde çelişkinin olacağını kabul etmiyoruz. Sünnete, Kur'ân'm açılımı gibi bakıyor ve her ikisini bir bütün olarak ele alıyoruz. Her ikisini de, biri diğerini tamamlayan, biri diğerini aynı zamanda içinde taşıyan tek bir öge gibi kabul ediyoruz. Bu durumda Kur'ân vahyi içerisinde bir çelişki olmayacağı gibi, Kur'ân ile sünnet arasında da bir çelişkinin olmayacağını düşünüyoruz. [277]Gözüken farklılıkların eğer varsa nazariyenin uygulamaya dökülmesi sırasında, ortam gereği[278] olduğuna inanıyoruz.
Aksi takdirde Kur'ân'm sünnetle ve arkasından da uygulamaya kadar giden hususlarla neshedilebileceğini bir ilke olarak kabul etmek bizi iyiden iyiye çıkmaza götürür. Dahası -mevzu hadislerin varlığı da dikkate alındığında- sonuçta Allah'ın hükmünün yerini, bir zındığın, bir münafığın, bir dalkavuğun uydurması dahi alabilir.
İşte bu noktada asıl ve ilk kaynak olan, pramidin zirvesindeki temel ilkeleri kapsayan Kur'ân'm bir kıstas olarak alınması ve sünnetin Kur'ân'a arzedilmesi[279] önemli ve vazgeçilemez bir esas olarak karşımiza çıkar.
Bu konuda şöyle bir rivayet vardır:
"Size bir hadis rivayet edildiği zaman onu Allah'ın Kitâb'ına arzedin; eğer ona uygun olursa onu kabul edin; aksi takdirde onu reddedin!.[280]
Şâtıbî, bu hadisin manasının -senedi sahih olsun olmasın- doğru olduğunu söyler ve şöyle devam eder:
Tahâvî (321/933), kitabında hadisin müşkü yönünün beyânı hakkında bu manada bir hadis tahric etmiştir: Abdulmelik b. Saîd b. Süveyd el-Ensârî - Ebû Humeyd ve Ebû Esîd senediyle Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benden bir hadis duyduğunuz zaman, onu kalp¬leriniz tanır, tüyleriniz ve tenleriniz ona yatışır ve onu kendinize yakın görürsünüz. İşte ben o hadise hepinizden yakınım. Yine benden bir hadis duyduğunuz zaman, kalpleriniz onu yadırgar, tüyleriniz ve ten¬leriniz ondan ürperir, onun bir münker olduğunu görürsünüz. İşte o hadise ben hepinizden daha uzağım. [281]
Yine sözü edilen Abdulmelik'ten, o da Abbâs b. Sehl'den olmak üzere şu rivayeti yapmıştır: Übeyy b. Ka'b bir mecliste bulunuyordu. Oradakiler, kimisi zorlaştırıcı kimisi kolaylaştırıcı olmak üzere Rasû-lullah'tan (s.a.) çeşitli rivayetlerde bulunuyorlardı. Übeyy b. Ka'b ise susmaktaydı. Onlar rivayetlerini bitirince şöyle dedi:
"Bre adamlar! Rasûlullah'tan (s.a.) size ulaşan hadis karşısında, kalp onu tanır, ten ona yatışır ve onu duyduğunuzda ümitvar olursanız, bilin ki o Rasûlullah'tandır (s.a.); Rasûlullah'ın (s.a.) sözü olmak üzere onu tasdik edin. Çünkü Rasûlullah (s.a.) hayırdan başka bir şey söy¬lemez".
Tahâvî, bunun böyle olduğuna şu âyetleri delil getirmiştir: "İna¬nanlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer[282] "Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır[283] "Peygambere indirilen Kur'ân'ı işittiklerinde gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün[284]
Bu âyetler, Allah'ın kelâmını dinleyen ehl-i imanın tepkisini gös¬termektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen sözler de vahye dayan¬ması sebebiyle onun cinsindendir. Çünkü hepsi de Allah (c.c.) katından olmaktadır. Hadis dinlerken, aynen Kur'ân dinlerkenki ruh haletine girmeleri, o hadisin doğruluğuna bir delil olur. Eğer hadisi din-lerken böyle bir ruh haletine girmiyorlarsa, o zaman o hadis karşısında dur¬mak ve araştırmak gerekir; çünkü diğer hadislere benzememektedir.
Yine Tahâvî, Ebû Hureyre'den şu rivayeti yapmıştır:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Size benden tanıdığınız ve yadırgamadığınız bir hadis rivayet edildiği zaman, ben onu desem de demesem de siz onu tasdik edin. Çünkü ben iyi olup kötü olmayanı emrederim. Eğer size benden yadırgadığınız ve tanımadığınız bir riva¬yette bulunulursa, onu yalanlayınız; çünkü yadırganan ve tanınmayan bir şeyi ben söylemem. [285]
Bunun izahı şöyle: Rivayet, eğer Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine[286]çerdiği mananın onlarda bulunması suretiyle- uygun düşerse, kabul edilir. Çünkü Rasûlullah (s.a.), onu o lâfızla söyleme-mişse bile, manasını başka bir lâfızla söylemiş olmaktadır. Eğer rivayet muhalif düşüyor, Kur'ân ve sünnet tarafından tekzip ediliyorsa, o zaman onun atılması gerekir ve o rivayetin Rasûlullah (s.a.) tara¬fından söylenmemiş olduğu anlaşılır. Bu da aynen öncekisi gibidir. Bütün bunlardan, hadisin değerlendirilirken Kur'ân'a uygun düşüp, ona ters düşmemesi noktasının göz önünde bulundurulmasının doğru olacağı sonucu ortaya çıkar.[287]
Hüseyin Hatemi, bazılarının -pazarları bozulacak diye- uydurma saydıklarını, oysa bu alanda "aşamalı kurallar dizisi" düşüncesine ta-mamiyle uygun düştüğünü ve bir çıkar yolu gösterdiğini söylediği Arz hadisi ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapar:
Bu hadise uydurma demek (ve arkasından sünnetin Kur'ân'a arzı ilkesini kabul etmemek), en basit akla uygun düşünme ilkelerini bile reddederek Hikmet'i, Fıkh'ı, îrfan'ı alt-üst etmek veya edilmesine göz yummak demektir. Çünkü arkadan, akıl mantık, yol ve yöntem şeddi yıkılacak ve her alanda bir yığın uydurma ve korkunç derecede iğrenç rivayetler, "hadis" kılığına bürünerek, Tevrat ve İncil'i tahrif ettikleri gibi, îslâm fıkıh ve irfanını da tahrip edecekler, bu hücumdan sadece Allah'ın vaadi dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm masun kalacaktır. Masun kaldığı için de, bir süre sonra başka bazı kimseler çıkarak "temel ilkeler dışında başka bir şeye ihtiyacımız olmadığını" söyleyecektir. [288]Böylece bir aşırılık, karşı bir aşırılığı doğuracaktır. Nitekim öyle de olmuştur.
Bu konuda bir makale yazan Suat Yıldırım, şu sonuca varmıştır:
Konuyla ilgili rivayet edilen hadis sahih olmasa bile, hadislerin Kur'ân'a arzı bizzat Rasûlullah (s.a.) tarafından başlatılmış[289] ve bir¬çok âlim tarafından da uygulanagelmiştir. Bu yöntem, kullanılmasında aşırı gitmemek şartıyla yerinde bir tedbirdir ve hadis rivayetinde hassasiyete davet eder. [290]
5-Rasûlullah'in (s.a.) Vahyin Gereği İle Amel Etmesi:
Rasûlullah'ın (s.a.), vahyin gereği ile amel etme zorunluluğu bulu¬nuyordu.
Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber (s.a.), onda herhangi bir değişiklik yapma yetkisine sahip olmadığı gibi, onun gereğini harfîyyen uygulamak va hayata geçirmekle de görevliydi. Şu âyetler bunu açık bir şekilde ifade eder: [291]
"Kur'ân'ı, önce gelen Kitâb'ı tasdik ederek ve ona şahit olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet;gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna ğöt^jthlann heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.
O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kur'ân'm bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil kit Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.
Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır.[292]
Buraya kadar ele alman konular, Rasûlullah'ın (s.a.) mevcut vahiy karşısındaki tavrını ortaya koymaya yönelikti. Böylece bu kısmı bitirmiş olduk. Şimdi ikinci bölümümüzün ikinci kısmına geçiyoruz:[293]
 
 
________________________________________
[1] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 83-84.
[2] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85.
[3] Bakara 2/285.
[4] A'râf 7/158.
[5] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85.
[6] bkz. Âmidî, thkâm, II, 44.
[7] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 212-213; Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, 56, 98.
[8] Bu konuyla ilgili olarak ayrıca bkz. Kâsımî, el-Fetvâ fi'1-Islâm, 31.
[9] Mâide 5/67.
[10] Mâide 5/92.
[11] Mâide 5/99.
[12] Nahl 16/35.
[13] bkz. Aksekili, Din Dersleri, 336.
[14] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85-86.
[15] İmam Mâlik'in, duyduğu ve fakat amelî değeri olmadığını gördüğü hadislere değer vermediği hk. bkz. Şâtibî, Muvafakat, IV, 292.
[16] bkz. Kâsımî, el-Fetvâ fî'1-Islâm, 32.
[17] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 86-87.
[18] İbn Hibbân, I, 163, Nihâye, IV, 33.
[19] Buhârî, ilim, 42 (I, 38).
[20] îbn Sa'd, Tabakât, II, 362, 364; IV, 331.
[21] Dostum Rasûlullah (s.a.) bana, "Ey Ebû Zer! Uhud'u görüyor musun?" dedi. "Evet" dedim. "Uhud dağı kadar altınım olsa, üç dirhem hariç hepsini Allah yolunda harcamaktan başka bir şey istemezdim" buyurdu, bkz. Buhârî, Zekât, 4; Müslim, Zekât, 31.
[22] Tevbe 9/34
[23] İbn Âşûr, 37; Karaman, "Rasûlullah'ın Davranışları", İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri II, 454.
[24] Ibn Sa'd, Tabakât, IV, 226.
[25] Müslim, îmân, 53. Ayrıca bkz. Menâkıbu Ömer, 45-46; Şelebî, Ta'lîl, 32.
[26] Müslim, îmân, 52.
[27] Ahmed, V, 120.
[28] Serahsî'nin bir "el-münzelu ileyke = Kur'ân", "el-münzelu ileyhim = hukmu'l-Kur'ân" şeklindeki bir ayırımı için bkz. Usû!, II, 72.
[29] bkz. îbn Hibbân, I, 154.
[30] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 87-89.
[31] Bu konuyla ilgili olarak aynca bkz. Şâfıî, Risâie, 20 vd.; Serahsî, Usûl, II, 26 vd.; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 42; Ibn Kayyım, İ'lâmu'l-muvakkı'în, II, 214; Abdulganiy Abdülhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 295; Koçkuzu, "Sünnetin Değeri", Nesil Dergisi, III, sa. 2, s. 13; Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikat ve Teşrî Yönlerinden Değeri, 36, Kirbaşoğlu, Sünnet, 188-194; Toksan, Sünnet, 83 vd.
[32] Nahl 16/43-44.
[33] Nahl 16/64.
[34] Mâide 5/19.
[35] bkz. 4/113; Mâide 5/110.
[36] bkz. Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/129, 164; Cum'a 62/2. Ayrıca bkz. Şâfıî, Risale, 76 vd.
[37] Meselâ İsâ (s.a.) için bkz. Al-i İmrân 3/48.
[38] Şâtıbî, Muvafakat, III, 37.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 89-90.
[39] bkz. Serahsî, Usûl, II, 26 vd.; Neseft, Keşfu'l-esrâr, II, 109 vd.; Âmidî, Ihkâm, II, 24 vd.; Bâcî, îhkâmu'1-fusû), 216 vd. Ayrıca bkz. Şelebî, Medhal, 98; Muhammed Arûsî, Ef âlu'r-rasûl, 54; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 50.
[40] bkz. Serahsî, Usûl, II, 28; Âmidî, İhkâm, II, 30; Bâcî, ihkâmu'I-fusûl, 218.
[41] Ivlâide 5/3.
[42] Risale, 87, 93 (dn). Ayrıca bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'I-Evzâî, 31-32; Beyhakî, Sünen, VII, 76; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 30.
[43] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 26, 67; Şâtıbî, l'tisâm, II, 304. Geniş bilgi için bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, "İslâm'ın kemâle ermiş olması" bahsi, 23 vd.
[44] Dârimî, Mukaddime, 18 (I, 51-52).
[45] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 90-91.
[46] Serahsî, Usûl, II, 72, 74.
[47] bkz. Serahsî, Usûl, II, 27, 50, 97; Nesefî, Keşfu'l-esrâr, II, 135.
[48] Örnekler için bkz. Şâfıî, Risale, 64 vd.; îbn Kayyim, l'lâmu'1-muvakki'în, II, 299.
[49] bkz. Ebû Zehra, Usûl, 112; Zeydân, Vecîz, 145; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 93; Toksan, Sünnet, 83-86.
[50] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 91.
[51] Ayrıca bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 34 vd.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92.
[52] Örnekler için bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 43 vd.
[53] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92.
[54] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 55.
[55] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 48.
[56] Fiilin t^yan olacağına itiraz edenler, o takdirde beyanın ihtiyaç anından geriye atılmış olması sonucunun lâzım geleceğini ileri sürmektedirler, bkz. Amidî, Ihkâm, II, 25-26.
[57] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 55.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92-93.
[58] Buhârî, Mevâkît, 28; Müslim, Mesâcid, 261-265; Ebu Davud, Salât, 4,
[59] Muvatta, Kelâm, 15.
[60] Tahrim 66/1.
[61] bkz.jfirrlÇesîr, IV, 387.
[62] Buhârî, Savm, 20; Müslim, Sıyâm, 57.
[63] ŞâtıbV, Muvafakat, III, 53.
[64] Buhârî, Edeb, 91; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 153.
[65] Buhârî, Sulh, 2; Müslim, Birr, 101; Ebû Dâvûd, Edeb, 50.
[66] Rivayete göre Rasûlullah (s.a.) ashabından bazı kimselerle birlikte iken müş¬riklerden bir grupla karşılaştı. Müşrikler: "Siz kimlerdensiniz?" diye sordular. Onlara: "Biz sudanız" diye cevap verdi. Onlar birbirlerine baktılar ve; "Yemen kabileleri çoktur. Belki de bunlar onlardandır," dediler. Rasûlullah'm (s.a.) kastettiği diğer mana ise kendilerinin sudan yaratılmış olduğunu ifade idi.
[67] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 65-68 (özetle).
[68] Rasûlullah (s.a.), Fetih günü Ka'be'nin içine girmiş, fakat sonra -ümmetini sı¬kıntıya düşürmüş olacağı endişesiyle- yaptığından pişman olduğunu söylemişti, bkz. tbn Mâce, Menâsik, 79(11, 1018).
[69] Örnekleri bir arada görmek için bkz. Aliyyu'i-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, II, 367; Yusuf el-Maraşlî, Fihrisu'l-Beyhakî, 357-359; Ayrıca bkz. Muvatta, Hac 104; Kasru's-salât, 29; Kitabu's-salât fî Ramadân, 1; Taharet, 114, 115; Cihâd, 40; Radâ, 16; Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 243; Ahmed, I, 225, 236, 345; Buhârî, Teheccüd, 5; Cum'a, 8; Cihâd, 119; Müslim,'Hac, 398; Salâtu'l-musâfirîn, 77, 178; Taharet, 42; İmâre, 103, 106; Nikah, 140-142, Sıyâm, 133; Neseî, Menâsik, 125; Dârimî, Sünen, Menâsik, 44; İbn Hıbbân, Sahih, II, 202; III, 40; Şâtıbî, Muvafakat, III, 60-61, 63, 324; Tûfî, Risale, (Hallâf, Masadır), 133; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 166; Şeiebî, Ta'lîl, 31, 87 vd., 290; tbn Âşûr, Makâsıd, 37,103-104; ArÛsî, Efâlu'r-Rasûl, 207 vd.; Ebû Sünne, Örf, 84; Zeydan, Medhal, 115; Abdulcelîl İsa, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 45; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 109, 159, 164; Karaman, Ictihad, 37. Hadisler hakkında toplu bir fikir edinmek için meselâ Beyhakî'nin Fihristi'ne (s. 357-359) bakılabilir.
[70] Kuşluk namazı hakkında Hz. Âişe'nin (r.a.) sözüne bkz. Muvatta, Sefer, 29; Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Müsâfirîn, 77.
[71] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 93-95.
[72] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 95.
[73] Özetle ve uyarlanarak Şâtıbî, Muvafakat, III, 49-50.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 95.
[74] Daha önce de geçtiği gibi, mendubun bütün olarak terki sakıncalıdır. Zira cüz itibarı ile mendub olan bir şey, kül itibarı ile ele alındığında vacib olmaktadır.
[75] Müslim, Mesâcid, 166; Ebu Davud, Salât, 2.
[76] Ebu Davud, Salât, 2.
[77] Buhârî, Vudû, 54 (I, 60).
[78] Bubârî, Vudû, 54 (I, 60).
[79] Müslim, Taharet, 86 (II, 409); Goldziher, Zahirîler, 41.
[80] Ebu Davud, Salât, 4. Güneş henüz dik iken pencere ya da kapıdan vuran güneş evin ortasına düşer; eğilip de batıya doğru kaydıkça duvara da düşmeye başlar.
[81] Davudoğlu, Müslim Şerhi, II, 410. Hadisler için bkz. Ahmed, I, 374; Buhâri, Cihâd, 98; Müslim, Mesâcid, 202 vd., Nesâî, Ezan, 21, 22; Tirmizî, Mevâkît, 18.
[82] Buharı, îsti'zân, 26 (VII, 135); Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 180.
[83] Şâtıbî, Muvafakat, III, 57.
[84] Şâtıbî, Muvafakat, III, 59.
[85] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 96-98.
[86] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 56.
[87] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 99.
[88] Muvatta, II, 968; Buhârî, Zebâih ve Sayd, 33; Afime, 10, 14 (VI, 200); Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 92; Müslim, Zebâih, 43; Şâtıbî, Muvafakat, III, 311; IV, 56; îbn Kayyım, Zadu'1-meâd, IV, 335-336; Demiri, Hayâtu'l-hayevân, II, 66.
[89] RasûİulIah'm (s.a.) ilk Önceleri, Israiloğullarından ilâhî gazaba uğramış bir boyun kelere çevrildikleri (mesh) doğrultusunda açıklamada bulunduğu, fakat daha sonra kendisine meshe uğramış canlıların nesillerinin türemediği ve çok sürmeyip öldükleri yolunda vahiy geldiği, ondan sonra keler hakkında daha önceki görüşünden farkiı açıklamarda bulunduğu, kendisinin onu yemediğini, fakat haram da kılmadığını ifade ettiği şeklindeki açıklamalar için bkz. Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 57-59.
[90] Kaidenin dayanağı ayetler: Bakara 2/29; Câsiye 45/13; Lukmân 31/20. Ayrıca Hz. Peygamber (as.) Kur'ân'da beyan edilenlerin dışında, sükût geçilen şeylerin ümmet için "bağış" (avf) olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Tefsir 99; Müslim, Zekât, 24; Tirmizî, Libas, 6; İbn Mâce, Et'ıme, 60).
[91] bkz. Kardâvî, el-Halâlu ve'1-harâm, 21-24; Karaman, Haramlar Helâller, 16-17.
[92] Gamrâvî, es-Sirâcu'1-vehhâc, 566.
[93] Bkz. Muvatta, Sıfatu'n-Nebî, 30; Ahmed, II, 97; IV, 353; Ebû Dâvûd, Et'ıme, 34; Ibn Mâce, Sayd, 9, Et'ıme, 31. Ayrıca Buhârî, Zebâih, 13 {VI, 223); Müslim, Sayd, 52.
[94] Câhız, Hayevân, IV, 43.
[95] İbnSa'd, Tabakât, III, 317.
[96] Hicaz yolu üzerinde, Medine'ye üç günlük mesafede bir köy. (Yâkût, Mu'cemu'l-büldân, III, 24).
[97] Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyyi, 10 (II, 933); îbn Sa'd, Tabakât, 3/318.
[98] Ibn Âşûr, Makâsid, 90.
[99] Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 132.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 99-101.
[100] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57
[101] Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 92.
[102] Rasûlullah'a (s.a.) bir tencere getirildi. İçinde sebze yemeği vardı. Onda bir koku hissetti ve ne olduğunu sordu, içinde kerih koku veren (soğan ve sarımsak) oldu¬ğunu söylediklerinde kendisi yemedi ve onu ashabından birine vermelerini işaret etti ve ona: "Seriye! Çünkü ben senin münâcâtta bulunmadığın kimselerle münâcâtta bulunuyorum" buyurdu. Bir rivayette ise, "Ben onu, kokusundan dolayı sevmiyorum" buyurduğu ifade edilmektedir (bkz. Müslim, Mesâcid, 76). Bu takdirde, terkin sebebi cibillî olur.
[103] bkz. Buhârî, Ezan, 160, Afime, 49; Ebû Dâvûd, Afime, 40.
[104] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 101.
[105] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57.
[106] Serahsî, Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut hükümlerin her an neshedilebilme imkânlarının bulunduğunu ifadeyle, hiçbir hükme son şekli verilmiş gözüyle bakılamaycağını söyler, bkz. Serahsî, Usûl, II, 57.
[107] Bu konuda Hz. Âişe'nin bir sözü hk. bkz. îbn Hibbân, I, 265.
[108] bkz. Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Salâtu'l-musâfirîn, 77; Muvatta, Kasru's-salât, 29 (I, 152); îbn Hibbân, I, 265.
[109] Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Müsâfîrîn, 77; Muvatta, Sefer, 29.
[110] Yani kuşluk namazından aldığım huzur ve ferah, ölmüş ebeveynimi görmekten alacağım sevinçten daha büyüktür; dolayısıyla onları asla bırakmam, demektir.
[111] Buhârî, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfîrîn, 177; Muvatta, es-Salât fî Ramazân, 1 (I, 113); Îbn Hibbân, I, 178.
[112] bkz. Tecrîd, IV, 76.
[113] Muvatta, Kitâbu's-salât fî Ramadân, 3 (I, 115); Miras, Tecrid, IV, 75-76. Ayrıca bkz. Şâtıbî, î'tisâm, I, 193; Îbnu'l-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 63; Şelebî, Ta'lîl, 40; Karaman, îctihâd, 72; Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 48.
[114] Bkz. Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfıî, I, 469; îbn Abdisselâm, Kavâid, II, 172-173; Şâtıbî, İ'tisâm, I, 188.
[115] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 54.
[116] Şâtıbî, Muvafakat, III, 53.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 101-103.
[117] bkz. M. Arûsî, Efâhı'r-rasûl, 214
[118] Müslim, Sıyâm, 21.
[119] Ramazan'dan olup olmadığı hakkında şüphe edilen günde.
[120] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, 160.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 103-104.
[121] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 356.
[122] Buhârî, Mevâkît, 24, Cura'a, 8; Müslim, Taharet, 43; Muvatta, Taharet, 114, 115 (I, 66); İbn Hibbân, II, 202; Nâdiye Şerif el-.Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 159.
[123] Buhârî, Mevâkît, 20-24; Müslim, Mesâcid, 218. Birinde Rasûlullah (s.a.) yatsıyı geç bir vakte bıraktı. Ömer çıktı ve: "Yâ Rasûlallah! Namaz, namaz! Kadınlar ve çocuklar uyudu." dedi. Rasûlullah (s.a.), başından su damlayarak çıktı ve şöyle diyordu: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım..." İbn Hibbân'm rivayeti {III, 40), "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, yatsıyı gecenin üçte birine kadar ertelerdim" şeklindedir.
[124] bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 199.
[125] Buhârî, Cihâd, 119; Müslim, îmâre, 103, 106; Muvatta, Cihâd, 40 (II, 465).
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 104.
[126] Bunlar, Rasûiullah'm (s.a.) kızı Zeyneb Medine'ye hicret ederken arkasından yetişip devesini mahmuzlayan, böylece onun düşmesine ve hastalanmasına sebep olan Hebbâr b. el-Esved ile Nâfi b. Abdikays idi. Rasûlullah (s.a.), bu hadise üzerine bir seriyye göndermiştir. Hebbâr daha sonra müslüman olmuş, diğerinin akibeti hakkında ise bilgi yoktur, bkz. Ziriklî, A'lâm, VIII, 70; Abdulcelîl İsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 77.
[127] Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 243.
[128] Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.
[129] Bir rivayete göre ise, bu hibe işlemini iptal etmiştir. O takdirde hadis konuya örnek olma özelliğini kaybeder.
[130] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 104-105.
[131] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57.
[132] bkz. Buhârî, 'Iydeyn, 2; Müslim, "Iydeyn, 19.
[133] ibn Asâkir, Enes'ten rivayet etmiştir, bkz. Nihâye, II, 109.
[134] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 57.
[135] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 121 vd.
[136] Şâtıbî, Muvafakat, I, 122.
[137] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 105-106.
[138] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 58.
[139] Ahzâb 33/51.
[140] Diğer bir kısım müfessirler âyeti boşamak ya da tutmak anlamında almış¬lardır. "Yani istediğini bosar, istediğini yanında tutabilirsin..." şeklinde. Bir kısım müfessirler ise âyetin her iki manayı da içerdiğini söylemişlerdir.
[141] Bu kimse Zü'1-Huveysıra'dır. Kendisi münafıklardandı. Nehrevân gününde Hz. Ali'nin (r.a.) elinde Haricîler arasında iken Öldürülmüştür.
[142] Buhârî, Menâkıb, 25, Mürteddîn, 7; Müslim, Zekât, 142, 148; İbn Mâce, Mukaddime, 12.
[143] bkz. Buhârî, Meğâzî, 41; Ebû Dâvûd, Diyât, 6.
[144] Yani, "Ebrâr zümresinden olan kimselerin iyilikleri, mukarrabîn zümresinden olanların kusurları sayılır."
[145] tbn Mâce, Nikâh, 47.
[146] Nuh dedi ki: Rabhim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma.'^ûh 71/26.
[147] bkz. Enbiyâ 21/63.
[148] ibrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir..." bkz. Buhârî, Enbiyâ, 8.
[149] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 58, 60-62.
[150] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 106-108.
[151] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 59; Tûfî, Risale, (Hallâf, Masadır içerisinde), 133; Şelebî,. Ta'lîl, 290.
[152] Yani müslümanlıklan köklü olmuş olsaydı.
[153] Buhârî, Hacc, 42 Tefsîr, 2/10;; Müslim, Hacc, 398, 399; 405;. Muvatta, Hacc, 104 (I, 363); Nesâî, Menâsik, 125; Dârimî, Menâsik, 44; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 412; II, 23; Şelebî, Ta'lîl, 21; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 67; Nâdiye Şerif el-Omerî, îctihâdu'r-rasûl, 65.
Rasûlullah'm (s.a.) bu arzusunu -Abdullah b. Zübeyr'in akîni kalan teşebbüsü doğrultusunda- yerine getirmek isteyen devrin halifesi Ebû Cafer el-Mansûr'a İmam Mâlik şöyle demiştir: "Ey mü'minlerin emiri! Allah aşkına, şu kutsal evi senden sonra gelecek olan hükümdarların elinde oyuncak haline getirme. Eğer Öyle yaparsan her aklına esen onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların kalbinden heybeti kaybolur gider". Halife, bunun üzerine düşüncesinden vaz¬geçmişti, bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 310; Şelebî, Ta'lîl, 145.
[154] bkz. Muvatta, Sefer, 84 (I, 171); Ahmed, III, 352; Müslim, Zekât, 142; Birr, 63; Şelebî, Ta'lîl, 31; Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 504, X, 63.
[155] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 108-109.
[156] M. Arûsî, Ef âlu'r-Rasûl, 222-227.
[157] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 109.
[158] Beyhakî, Sünen, X, 6; İbn Hibbân, VII, 466.
[159] Ebû Dâvûd, Tıbb, 16; İbn Mâce, Nikâh, 61.
[160] Muvatta, Radâ, 16 (II, 607); Müslim, Nikâh, 24, 140-142; Ebû DâvÛd, Tıbb, 16. Yorumu için bkz. Dihlevî, Huccetullâbi'I-bâliğa, II, 419; İbn Âşûr, Makâsıd, 103; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 900; Abdulcetîl îsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 76; Bulaç, Ali, "Kadının Şahitliği", ÎAD, V, 295
[161] Muvatta, Salâtu'l-cemâ'a, 3 (I, 129); Ahmed, I, 394, 402; II, 351, 539; Buhârî, Husûmât, 5 (III, 91); Şâtıbî, Muvafakat, III, 337; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 110.
[162] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 56.
[163] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 109-110.
[164] bkz. Ebû Dâvûd, Afime, 30; Tirmizî, Libâs, 6; İbn Mâce, Afime, 60.
[165] bkz. ibn Âşûr, Makâsıd, 104; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 91.
[166] bkz. Araf 7/158; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl fi ahkâmi'l-usûl, 233; Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 230, 232.
[167] Burada fiilden kasdımız sözü de içine almaktadır. Örnekleri için bkz. Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûi, 231.
[168] Nesh eder diyenler dahi vardır. Bâcî, İhkâmu'l-Fusûl fî ahkâmi'l-usûl, 175; Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 240.
[169] Beyanın, ihtiyaç anından sonra kalmayacağı hk. bkz. Bâcî, İhkâmu'l-fusûl fî ahkâmi'l-usûl, 217 vd.
[170] îbn Sa'd, Tabakât, I, 248; Tâhiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, 63-64.
[171] Kâjf: Kıyafet ve eserden anlayan, farklı bünyeler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bÜen ve bu melekesine dayanarak hüküm veren kimsedir.
[172] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 63 (Draz'ın notu).
[173] bkz. Ahmed, VI, 82, 226; Buhâri, Menâkıb, 23; Müslim, Radâ, 38-40 (VII, 390); EbûDâvûd, Talâk, 31; Tirmizî, Velâ, 5; Nesâî, Talâk, 51; İbn Mâce, Ahkâm, 21.
[174] Müslim, Radâ,' 38 {VII. 390).
[175] Annesi olan Ümmü Eymen de siyâhdı.
[176] Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 391.
[177] Müslim, Cihâd, 72 (VIII, 544); Ebû Dâvûd, Cihâd, 167.
[178] Müslim, Cihâd, 73 (VIII, 544).
[179] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 62-63.
[180] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 110-113.
Bunun kulakları çentilir ve sütü, eti, sırtı kadınlara haram sayılırdı. Putlara adanırdı (Mâide 5/103).
[181] İnsan yaşantısı için zorunlu olan her türlü insanî ilişkiler, mübadeleler vb. ikinci; insanlar arasında adalet tevziini sağlamak, güveni yaymak için ihtiyaç duyulan önlemler de üçüncü türden irtifaklar olmaktadır.
[182] Lokman 31/25.
[183] En'âm 6/41.
[184] İsrâ 17/67.
[185] En'âm 6/91.
[186] Furkân 25/7.
[187] Ahkâf46/9.
[188] Buhârî, Meğâzî, 48; Ahmed, İ/365.
[189] Cahiliye dönemi Arap hatiplerinin en büyüğüdür. Hadiste geldiğine göre, Rasû lullah (s.a.), onu Ukâz'da değneğine dayanmış hitabede bulunurken dinlemiştir. Hitabesi şöyle başlar: "Ey insanlar! Yaşayan ölür, ölen gider, gelecek olan her şey gelir..."
[190] Bunlardan biri Züheyr b. Ebî Sülmâ'dır. Kuruduktan sonra tekrar yeşeren yerleri gördükçe: "Eğer Araplar bana sövmeseydi, toprağı kuruduktan sonra onu yeniden diriltenin, çürümüş kemikleri de tekrar dirilteceğine inanırdım" derdi. Bir diğeri Âmir b. Zarib'dir. Bu, onların meşhur hatiplerindendi. Kendisine içki içmeyi haram kılmıştı. Abdullah b. Tağlib, Berre b. Kudâ'a, Allan b. Şihâb et-Teymî de, Allah'a ve âhiret gününe inananlardandı.
[191] Onun az kalsın müslüman olacağını" belirten yaklaşık rivayetler hk. bkz. Müslim, Şi'r, 1-7.
[192] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 113-115.
[193] Haniflik ve Hanifler için bkz. Kuzgun, Şaban, Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985.
[194] Tırnak kesmek, etek tıraşı olmak gibi.
[195] İsmi Sübey'a b. Rafı' dir. ed-Dağna, annesinin adıdır. Bu zat, Hz. Ebû Bekir'in, Kureyş'in baskısı sonucu Mekke'yi terketmesine razı olmamış ve onu kendi himayesine almıştır.
[196] bkz. Şafiî, İhtiiâfu'l-hadîs, 68.
[197] is-i şerifte geldiğine göre Rasûlullah (s.a.), peygamberliğinin arifesinde Hıra mağarasına çekiliyor ve kendisini ibadete veriyordu.
[198] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâiiğa, I, 457-467 (bazı tasarruflarla ve özetle).
[199] îptal edilenler hk. bkz. Saîd b. Mansûr, II, 24, 78; Dârimî, Mukaddime, 1; Bilmen, Kamus, IV, 96-97; İbn Ferec, Akdıyetu'r-Rasûl, 19-20; Dihlevî, Hucce-tullâhi'l-bâliğa, I, 431 vd.; Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, 227, 232; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 67, 94.
Islâh edilenler hk. Muvatta, Talâk, 103; Şafiî, Risale, 338; Saîd b. Mansûr, II, 22, 27, 80; Buhârî, Talâk, 46; Müslim, Talâk, 58; Beyhakî, I, 16, 19;
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 261-263, 265 (1969 baskısı); 588; Hamidullah, islâm Tarihine Giriş, 56; İbn Âşûr, Makâsıd, 113; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 69, 108; Karaman, Modern Problemler Karşısında islâm Hukuku, 20, 26;
îbkâ edilenler hk. Buhârî, Bed'u'1-vahy, 6 (I, 7); İbn Hibbân, I, 207; İbn Kuteybe, Te'vîl, 104 vd.; İbn Ferec, Akdıyetu'r-Rasûl, 13, 17; Şâtıbî, Muvafakat, I, 165; II, 75; 307; III, 42; Dihlevî, Huccetullâhi'I-bâliğa, I, 385-386, 448, 466, 623, 625, 635, 663; II, 488, 561; Ahmed Emîn, Pecru'l-Islâm, 227; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 71; Ertuğrul, I.F., Hakikat Nurları, 93 vd.; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 898; Hanıidullah, İslâm Tarihine Giriş, 24, 67, 92; Fayda, Divan, 7.
Arabın karakter yapısı ve fikir dünyası, sahip oldukları ilimler hk. Şâtıbî, Muvafakat, II, 68-71; Y. Kumeyr'den F. Olguner, islâm Felsefesinin Kaynak¬lan, 19 vd.
Genel olarak ele alınması hk. müstakil eserler; Cevad Ali, Târîhu'1-Arab kable'l-îslâm, Bağdad 1950-1958; Nebîh Âkil, Târîhu'l-Arabi'l-kadim ve asru'r-Rasûl, Dımeşk 1969; Çağatay, Neşet, islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982.; Tevfik Berrû, Târîhu'l-Arabi'l-kadîm, Dımeşk 1988. Ayrıca bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 165 vd; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 386, 390; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 837 vd.; Hamidullah, RasûluUah Muham-med, 288 vd.; Hamidullah, Devlet İdaresi, 104-118; Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 57 vd.; Hamidullah, Muhammed: "el-îlâf veya islâm'dan önce Mekke'nin İktisadî-Diplomatik Münâsebetleri", trc. İsmail Cerrahoğlu, AÜİFD., c.XI, Ankara 1961; VVensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 108; Schacht, îslâm Hukukuna Giriş, 17 vd.; Watt, İslâm Vahyi, 47 vd.; Watt, islâm Nedir?, 27 vd.; Watt, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, 116; Ülken, İslâm Düşüncesine Giriş, 34, 94; el-Asru'1-câhilî, 72 vd.; Karaman, îslâm Hukuk Tarihi, 29-35; Ateş, itirazlara Cevapiar, 45 vd.; İAD, V, 38, 300 vd.; DİA, III, 316 vd.; Uğur, Müctebâ; îslâm Toplumu, ist. 1980; Çelebi, İlyas, Gayb Problemi, 30 vd.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 115-117.
[200] Âl-i Imrân 3/159.
[201] Rasûlullah'ın (s.a.) Cibril'e danıştığı rivayetleri de vardır. Meselâ bir rivayet şöyle: RasûluUah (s.a.), İsrafil lisanı üzere "kral peygamber" olmak ile "kul peygamber" olma arasında muhayyer bırakılmıştı. RasûluUah (s.a.), sanki görüşünü istiyormuş gibi (ke'l-müsteşîr leh) Cibril'e baktı. Cibril, tevazuya işaret olmak üzere yere baktı. Bunun üzerine RasûluUah (s.a.) da "kul peygamber" olmayı tercih etti (Buhârî, Tevhîd, 37).
[202] Serahsî, Usûl, II, 94.
[203] Kurtubî, IV, 252.
[204] İmam Şâfıî şöyle dermiş: "Evinde un olmayana akıl danışma; çünkü onun aklı başında olmaz" (Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfiî, II, 212). Şûra üyelerinin, dokun-mazhk da dahil her türlü güvenceleri olması gerekir. Aksi takdirde şûra da beklenen sonucu vermeyebilir.
[205] bkz. Kurtubî, IV, 250.
[206] Ezan gibi.
[207] bkz. Müslim, Akdiye, 15 (VIII, 413).
[208] Sahabe döneminde ictihâd faaliyetinin genelde şûra ictihâdları şeklinde yürü¬tülmüş olması, Rasûlullah'ın (s.a.) bu amacının gerçekleştiğini gösterir. îctihâd faaliyetinin genelde bu şekilde sürdürülmesi, hem ihtilâfı azaltır ve birliğin sağlanmasını kolaylaştırır, hem de isabet oranını yükseltir, bkz. Karaman, İctihâd, 5», 90-91; Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 46. Şûra içtihadı hakkında ayrıca bkz. ibn Sa'd, Tabakât, II, 336, 350; III, 61; M nâkıbu Ömer, 190, 214, 219, 221, 251; Ahmed Emîn, Fecru'l-Islâm, 239; ibn Âşûr, Makâsıd, 46; Zerkâ, Medhal, I, 180;
[209] Meselâ bkz. Enfâl 8/67; Tevbe 9/43
[210] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 118-119.
[211] Ebû Dâvûd, Salât, 28 (499)
[212] Ezanın ilk kez meşruiyeti hk. bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27 (498); Tâhiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta ibâdet Tarihi, 60-62; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 102.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120.
[213] bkz. Buhârî, Şehâdât, 15 (III, 157), I'tisâm, 28 (VIII, 163); İbn Kayyim, Zâdu'l-meâd, III, 298.
[214] bkz. Nûr 24/11-12.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120.
[215] bkz. Hamidullah, İslâm Tarihi, II, 891.
[216] Âl-i İmrân 3/159.
[217] Şûra 42/38.
[218] Muhammed 47/20-21.
[219] bkz. Ahmed, I, 30-31, 383, 384; III, 243; İbn Hişâm, Sîre, III, 67; Taberî, Tarîh, II, 144, 189-190, 229; Menâkıbu Ömer, 42; Mebsût, XVI, 70; Nesefi, Keşfu'l-esrâr, II, 167; îbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, III, 217; 239; 310; İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 37; Devâlibî, Medhal, 284; Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 80; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 72, 92, 94; Karaman, îctihâd, 40; Ateş, Cevaplar, 31-33.
[220] İbn Hişâm, Sîre, III, 234; Serahsî, Mebsût, XVI, 70.
[221] İbn Cevzî'ye göre bu, Rasûlullah'a (s.a.) vacipti, bkz. Fethi.Osman, el-Fikri's-siyâsî el-İslâmî, 385.
[222] Kurtubî, IV, 250; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 194; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 124.
[223] bkz. Buhârî, I'tisâm, 28 (VIII, 162).
[224] Âl-i Imrân 3/159.
[225] bkz. Buhârî, I'tisâm, 28 (VIII, 162); tbn Hişâm, Sîre, III, 67; Kurtubî, IV, 252.
[226] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120-121.
[227] bkz. Muhammed Arûsî, Ef âlu'r-rasûl, 229.
[228] Konuya bu açıdan bakmayıp, her şeyi hazır vahiyle karşılama -sanki vahyin amacı çerçeve hükümlerin ötesinde bütün ayrıntıları da düzenleme imiş gibi- eğiliminde olanlar, Rasûlullah (s.a.) zamanında içtihadın caiz olmayacağını, bazıları ise ancak gıyabında caiz olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlar kabul edilebilir görüşler değildir. Gazzâlî de "tercihe şayan olan görüşün, Rasûlullah'ın {s.a.) hem huzurunda hem de gıyabında içtihadın caiz olduğu şeklindeki görüş olduğunu" söyler: bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 354. Ayrıca bkz. îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 374; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 205.
[229] bkz. Ahmed, I, 37,V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; Nesâî, Kudât, 11; Îbn Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Serahsî, Mebaût, XVI, 69.
[230] Bkz. Buhâri, Meğâzî, 30 (V, 50); Müslim, Cihad 69; Şâtıbî, Muvafakat,III, 140; îbn Kayyım, î'lâmu'l-muvakkı'în, I, 203; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 226; Karaman, Ictihad, 47; Zeydan, Medhal, 127.
[231] Nisa 4/29.
[232] Ebû Dâvûd, Taharet, 126 (334); Kurtubî, V, 157; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 227; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 183.
[233] Bazıları -özellikle Hanefiler- bunu Rasûlullah'ın (s.a.) izni şartına bağlamışlardır, bkz. tbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 375; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 207.
[234] Bu konuda ayrıca bkz. Karaman, îctihâd, 43.
[235] Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); Îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 375; . Şevkânî, îrşâdu'l-fuhûl, 226.
[236] Ahmed, IV, 205. Ayrıca bkz. Mebsût, XVI, 70; Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921. "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana iki ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata edersen sana bir ecir vardır" şeklindeki rivayet için bkz. Şâfıî, Risale, 494; Ahmed, IV, 204, 205; Buhârî, l'tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15.
[237] Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 921; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 150.
[238] Berki, Şakir, "İslâm Hukukunun Anahatları F, 182. Ayrıca bkz. Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 184.
[239] Berki, Şakir, "İslâm Hukukunun Anahatları II", 40.
[240] İbn Sa'd, Tabakât, II, 334, 347, 350.
[241] Ravi, belki de "Melik hükmü ile" dedi diye şüphesini belirtmiştir, bkz. Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlülâh, 39.
[242] bkz. Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 150. Rasûlullah'm (s.a.) temyiz mercii gibi faaliyette bulunduğuna dair kaynaklar hk. bkz. aynı yer ve Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921. îslâm hukukunda bir dava, usulüne uygun şekilde sonuca bağlanmışsa o artık kaziyye-i muhkeme olmakta ve tekrar dava konusu yapı¬lamamaktadır. Davaların sonsuza dek uzamaması için bu zorunludur, bkz. Kasânî, VII, 14; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 36, 150, 216.
[243] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 122-124.
[244] Nisa 4/59, 83.
[245] bkz. Nisa 4/135; A'râf 7/176; Kehf 18/28; Tâjıâ 20/16; Furkân 25/43; Sâd
38/26; Câsiye 45/23; Kasas 28/50; Necm 53/23.
[246] ibn Mâce, Mukaddime, 8. Fuâd Abdulbâkî, hadisin metin itibariyle İbn Mâce'nin tek basma kaldığı bir muhtevaya sahip olduğunu söyler.
Muâz, muhtemelen bu talimata binaen, sebzelere zekât düşüp düşmeyeceği konusunda Rasûlullah'a (s.a.) yazarak, nasıl davranması gerektiğini sormuştur (bkz. Tirmizî, Zekât, 13 (III, 30). Ebü İsâ (Tirmîzî), bu hadisin isnadının sahih olmadığını ve bu konuda Rasûlullah'tan {s.a.) işe yarar bir şey bulunmadığını ilâve eder.
Muâz'a, Rasûlullah'tan (s.a.) konuyla ilgili yazılı belge ulaştığını ifade eden başka rivayetler de bulunmaktadır, bkz. Dârakutnî, Sünen, II, 96.
[247] bkz. Ahmed, I, 37, V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3;
Nesâî, Kudât, 11; îbn Mâce, Menâsik, 38; Serahsî, Mebsût, XVI, 69.
[248] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 124-126.
[249] tctihâd faaliyeti genelde şu dört şekilde cereyan eder: 1. Zannî nassdan muradın ne olduğunu ortaya koyma, 2. Deliller arasını bulma, tearuz halinde bir tercihe gitme, 3. Nassın illetini belirleme, 4. Fer'îleri, genel esaslar altına sokma. Bu faaliyetlerden Rasûlullah (s.a.) için söz konusu olacak olan ilk ikisi olmayıp, üçüncü ve dördüncü şıklarda belirtilen faaliyetlerdir, bkz. Nâdiye Şerîf el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 192, 199. Ayrıca bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366; Karaman, tctihâd, 22.
[250] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 126.
[251] Abdulcelîl İsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 21.
[252] Kehf 18/109.
[253] Abdulcelîl Isâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 23.
[254] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.
[255] Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 30.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 126-127.
[256] Şevkânî, bu konuda icraâ olduğunu söyler, bkz. İrşâdu'l-fuhûl, 225. Ayrıca bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.
[257] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 356.
[258] Önceki peygamberlerin ictihâdlarma örnekler hk. bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 214; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 49.
[259] Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.
[260] bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.
[261] Yani müctehidin yaptığı iş, yok olan bir şeyi ortaya koymak değil, var olan bir şeyin üzerini açmak ve ortaya çıkarmaktır. Bu aynen kâşiflerin yaptığı şeye benzer; bir âletin ya da bir adanın keşfi gibi.
[262] bkz. Serahsî, Usûl, II, 92. Hanefîler böylece Rasûlullah (s.a.) için içtihadın sadece kıyas yapmak anlamına geldiğini söylerler. Çünkü Rasûlullah (s.a.) nasslardan muradın ne olduğunu tayin anlamında içtihada ihtiyaç hissetmez.
[263] Ayrıca bkz. tbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 127-128.
[264] Örnekleri için bkz. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 225-226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 180 vd.; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 202; Karaman, İctihâd, 37. Aslında bu konuda da farklı yaklaşımlar bulunmaktadır (bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 175 vd.; Karaman, İctihâd, 40). Bunca örnek ortada iken aksini düşünmenin imkânı yoktur.
[265] Dihievî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 471; Davudoğlu/Müslim Şerhi, VII, 80.
[266] İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 366; Davudoğlu, Müslim Şerhi, II, 351
[267] Dihievî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 420.
[268] İbn Kuteybe, I, , 184.
[269] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 128-129.
[270] Hakka 69/38-47.
[271] bkz. İbn Kesîr, IV, 417.
[272] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 129.
[273] Selefin "nesh" kelimesine verdikleri mana çok değişik ve geniş olmuştur. Zahiri murad edilmeyen her nassı mensuh saydıkları olmuştur. Bu itibarla kayıt¬lamak gereğini duyduk.
[274] Şâfıî, Risâle'sinde, (bkz. s. 106 vd. Ayrıca bkz. Şafiî, Ihtilâfu'l-hadîs, 31) Sünne¬tin Kur'ân'ı neshedemeyeceğini savunur.
[275] Genelde bu uygulamalar icmâ iddiası altında işlev görmektedir. Müellefe-i kulûbla ilgili bir örnek için bkz. Zeylaî, Tebyîn, 1/299; Mergînânî, Hidâye, V112; İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-kadir, 2/14; Bilmen, Kâmûs, 4/117. Bu icmânın asılsızlığı hk. bkz. Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, 2/598- 608; Kardâvî, Şerîatu'l-îslâm, 119-120.
[276] Nesh davası hk. bkz. Îbnu'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, 2/14-15; İbn Kudâme, Muğnî, 2/666; Kurtubî, 8/178 vd.; Bilmen, Kâmûs, 4/117; Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 228; N. Abdulhamid, Mefhûmu'l-fikbi'J-îslâmî, 26.
[277] Şafiî, hiçbir sünnetin, asla Kur'ân'a muhalif düşmeyeceğini söyler (bkz. Risale, 216, 230). Benzeri şeyi İbn Hazm da söyler (bkz. Sibâî, Sünne, 162 (îhkâm, II, 80-82'den). Ayrıca bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 201.
[278] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 236.
[279] bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'l-Evzâî, 25-31; Sibâî, Sünnet, 32; Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, 97-98; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 201 vd.
[280] Bu ve benzeri rivayetler, sıhhat bakımından hepsi de su götürür cinstendir. Eleştirisi için bkz. Şâfıî, Risale, 224 (dn); îbn Bedran, Medhal, 200; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 22, 36; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 474. Lehinde olmak üzere bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'I-Evzâî, 25-28; Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 157; Yıldırım, Suat, "Hadisleri Kur'ân'la Karşı¬laştırma Meselesinin Kaynakları", AÜİÎFD. Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı, Ankara 1978, s. 105; Hatemî, H., Temel Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem, 11 {Usûl-i Kâfi, I, Kitâbu fadli'1-ıim, bâbu'1-ahz bi's-sünneti ve şevâhidi'l-kitâb, l'den); Kırbaşoğlu, Sünnet, 158
[281] Mecmu'z-zevâid'de (I, 149) Ahmed ve Bezzâr'dan nakledilmiştir. Râvileri, Sahîh'in râvileri olmaktadır. Ancak onun rivayeti bu rivayetten biraz farklıdır. Hadis aymsıyla İbn Hibbân'da da (I, 141) yer almaktadır. Ayrıca bkz. Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 37, 41.
[282] Enfâl 8/2.
[283] Zümer 39/23.
[284] Mâide 5/83.
[285] Râmuzu'l-Hadîs'te, el-Hâkim'den rivayet edilmiştir. Ayrıca bkz. Süyûtî, Miffcâ-hu'1-cenne, 39; Sibâî, Sünne, 163; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 473.
[286] Burada sünneti de zikretmesi, müellifin amacına uygun düşmemektedir. Çünkü o, "sünnetin Kitap'ta bulunanlar üzerine yeni bir şey getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab'a uygun olanının kabul edilip, ona ters düşe¬ninin kabul edilmeyeceği" hususunu delillendirmek istemektedir. Dolayısıyla bunun isbatı için sadece Kitab'a uygunluktan söz etmesi gerekirdi.
[287] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 11-21.
[288] Hatemî, H., Teme! Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem, 11-13.
[289] Rasûlullah'ın (s.a.) bazı hadislerinin akabinde ilgili âyetlere atıfta bulunmasını buna delil olarak kullanır.
[290] Yıldırım, Suat, "Hadisleri Kur'ân'la Karşılaştırma Meselesinin Kaynaklan", s. 105-114.
Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 129-133.
[291] Ayrıca bkz. Bakara 2/213; Sâd 38/26.
[292] Mâide 5/48-50.
[293] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 133-134.
Prof.Dr.Mehmet Erdoğan, Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet
 
 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol